Thursday 26 February 2009

ISTANBUL IN THE DAYLIGHT

Sevimsiz bir gündü dün. Havanın ta kendisi gibi kara bulutlu. Önce bir arkadaşımın anneannesinin cenazesi, sonra THY uçağının haberi, en son da otobüste şahit olduğum insanlık dramı...Allahtan araya serpiştirilmiş küçük nefesler de vardı , biraz olsun gevşeyebildim.

Bir kere üniverste'ye gitmiş olmak, o harika manzara, tertemiz hava, ayaküstü yapılan illaki zekice esprilerle bezenmiş ilim irfan sohbetleri, kafası dolu insanlar, ehli keyif hocalar ve dünya tatlısı gençler...beni rahatlattı...
Sonra eve gelip, kızımın boynuna burnumu gömmek ve öylece kalmak....
Sonra akşam lezziz ev mantısını şen şakrak, keyifli, ufku geniiiiiş bir arkadaşımın da eşliğinde kalabalık bir masada yemek...ve tabii sonra yeni favorim zencefilli/tarçınlı/ballı süt eşliğide uzuuuuuun, rengarenk sohbet...
Bunlar olmasa gün çekilmezdi...
Çünkü:
Universteden otobüse bindim. İnsanın içine işleyen soğukta vasıta ve yer bulabidiğime şükrederek oturdum ve kitabımı açtım. Birden bir ses yükseldi, çocuklar kendi aralarında şakalaşıyor sandım. Hayır, genç, iriyarı bir çocukadam katılarak ağlıyordu, bir yandan da özetle şunları söylüyordu... daha doğrusu hıçkırıklarının arasından söylemeye çalışıyordu. Evde bebeği açmış, eğer bugün de küçük tüp, bebek bezi ve bebek bisküvisi almazsa karısı onu boşayacakmış. Ara ara inanamazsanız lütfen hepbirlikte evime gidelim, bebeğmi görün, halimizi görün diyor. Ara ara ayagınızın altı öpülücekse öpücem, yalanacaksa yalayacağım diyor. Otobüs ahalisi donmuş durumda. Sonunda yaşlı bir kadın evladım kendini topla dedi, biri yer verdi ama adam arkada ağlamaya ve yalvarmaya devam ediyor. Öyle bir eşiği atlamış ki , katman katman savunma mekanizmalarını, ego duvarlarını öyle bir dağıtmış ki, toparlanması çok zor artık. İngilizcesi 'he lost it' ...
Elimde olamadan gözlemliyorum otobüsteki diğer insanları... Bir grup inanmıyor, yüzlerinden belli. Bir grup inanıyor ama yardım edecek imkanı yok, çaresizce önüne bakıyor ya da fakirliğin tecrubesiyle yol yordam göstermeye çalışıyor: kaymakamlığa git evladım oradan yemek verirler çocuğuna diyor. İçimiz biraz daha sıkışarak öğreniyoruz ki kaymakamlık sadece kömür vermiş ve göndermiş adamı...Bir grup inanıyor ama nerdeyse bir protestan ahlağıyla, insan ne ekerse onu biçer diye düşünüp, ben de zor durumdayım, bana ne ödesin hatalarının bedelini şeklinde yüz buruşturuyor...Bir grupsa bu adam deli diye düşünüyor, hatta çekiniyor
Bense ortaya karışık... hepsi bırer ihtimal olarak aklımda beliriyor. Ama baskın düşünce şu, bu çocuk ya uyuşturucu müptelası yada hakikaten bebeği aç. Bebeğin açsa herşeyi yaparsın çünkü. Ego, saygınlık, karizma herşey buharlaşır gider. Başka çaren kalmamışsa, otobüste de ağlarsın, ya...neler neler yapmazsın...
Bir parça para uzatıyor azınlık bir yolcu ve ben de...Parayı alırken o kadar utanıyor ki kendimi bölük pörçük herkese olabilir derken buluyorum...her ne demekse
Kazık mı yedik....aptal olma riskini herzaman insaniyetsiz olma riskine tercih etmişimdir. İnşallah çocukadam bir Oscar performansıyla numara yapmıştır da ben kazık yemişimdir. Çünkü diğer ihtimaller aç bir bebek yada uyuşturucu için kıvranan, bir yerlerede yolunu çok fena kaybetmiş genç bir insan...
Yolun yarısında indi, omuzlarının hareketinden anladım, deriiiiiin bir nefes aldı. Geçirdiği sinir krizi onu uyuşturmuş olmalı... Yavaşça yürüdü ve üst yolun parmaklıkarına dayandı, alt yoldan geçen arabalara bakamaya başladı, atlamayı düşündü mü...Bilmem, otobüsün hareketiyle hayatımızdan çıktı...

No comments: