Tuesday 15 December 2009

GDO

Gece karanlık, düşüncelerim de pek aydınlık sayılmaz. Nasıl olsun??? havam değişsin diye gazete okumuş bulundum.
Kendimi şöyle hissediyorum uzun zamandır bu ülkede: yıllar önce bir arkadaşımla kısa bir otobüs seyahati yapmak zorunda kalmıştık, Antalya civarlarında birkaç saatlik bir yolculuk. Kırık pırık bir otobüs, bilinçsizce gaza basan cahil şöför, hiçbir ortak noktam olamayan ve zangır zangır arabesk müziğiyle uyuşmuş kaba saba yolcular, keskin virajlı bir yol. Gençtik ve sinir bozukluğundan gülmüştük bütün yol ve tabii 'ah gülen karı olsa olsa o...dur' mealli iğrenç bakışlara maruz kalmıştık. Artık büyüdüm, gülemiyorum. Hatta ağlayasım var çünkü kızım da artık o otobüsün içinde...
Bu GDO olayı benim için son damlaydı. Her şeyle savaşabilirim ama kızımın ağzına koyduğum yemeğin kanserojen olabilme ihtimaliyle değil. Üstelik kendi kendine tarımsal açıdan yeten ender ülkelerden biriyken. Bu hale düşmek için ciddi şekilde aptal yada ahlaksız olmak lazım. Bence ikisi birden.Kimlerin bu işten kazandığını merak ediyorum, nasıl insanlar bunlar ve o kötü paraları keyifle harcayabileceklerine mi inanıyorlar acaba???
Birçok insan için GDO'ları düşünmek bir lüks, hayatlar öylesine zor, hafızlar o denli balık, gündem o denli kaygan, insanlar o denli cahil,...pek fark yok bizim ülkede vuitton çantalı kadınla, çakma vuitton çantalı kadın arasında. Her ikisi de Vuitton markayla damgalanmanın modernlik, Avrupalılık olduğuna yeminli. Evinde çocuğuna verdiği yemek varsın kanserojen olsun, o farkında değil ki zaten...quantum fiziğiyle ilgili (ay en çok da buna gülüyorum) yada gazeteci Helin Avşar'ın (bkz:nightmare on elm street) son ropörtajını!!! okumakta...
yada yada parasıyla diil mi organik alır...ekolojik denge mi??? o da ne...
Elinde imkan bulunan insanların bu denli cahil kalıp, kendilerini bu denli geliştirmemelerine, olan bitene bu denli tepkisiz kalabilmelerine -ki bu aynı zamanda kişisel bir eleştiri- çok sinirleniyorum için için...Aslında toplumda bu insanlardır değişim, dönüşüm yaratabilecek ve birşeylere dur diyebilecek güce sahip olan...
Diğer sorunlara hiç girmiyorum bile yoksa patlayacağım...
ve kendimi sık sık hayallere dalarken buluyorum: yıllar önce anneannem, babaannem başka topraklardan gelmiş buraya, acaba iade-i ziyaretin tam sırasımıdır...

Monday 30 November 2009

otuz yıl sonra olma ihtimali büyük olan çok kötü birşeye üzülmek mi....
misal: kızımın çok sevdiği dünyalar tatlısı arkadaşının ailesinde çok ciddi bir beyin kanaması genetiğinin olduğunu öğrendiğimden bu yana içim eziliyor. ya babasının başına gelenler bu dünyalar tatlısı çocuğun da başına gelirse...hatta ya daha erken olursa sa sa sa....what if, what if, what if...
cılız bir ses cevap veriyor, ama içimdeki burguyu iyi etmeye muktedir değil:
otuz yıl, çok uzun zaman...kimin bu kadar zaman içerisinde yaşayacağını garanti edebiliriz ki ölmesinden korkalım. hem tıp gerçekten o kadar hızlı ki o zamana bu sorun çoktan çözülmüş olur, tam çözülmese bile bugünkünden çok daha az hasarla atlatılır...hem annesinin genlerini almıştır belki...
hayır, işkenceci ses daha baskın. olmamış olan şeylere üzülmeye, endişelenmeye daha mütemayil. yara buldumu parmaklamaktan imtina etmiyor.
Acı fetişizmi mi.. hem ailevi, hem kültürel, hem de milli bir görgü mü ..genetik bir otomatik mi???
Muhtemelen yukardaki bütün şıkların topaçlaşmış hali...
Yoksa şimdi olan yada taze taze olmuş olan minik iyi şeylere sevinmek mi...
misaller: ekmek makinası bozuldu sanmıştım, bozulmamış...küçük ama bozulsaydı tamirci sarmalına girecektim, canım sıkılacaktı.
tez konumla ilgili bir dostun beni düşünerek üstelik son derece ince bir şekilde çok önemli kaynaklar göndermiş.
ya yediğim nefis ballı yoğurt, şam fıstık, içmekte olduğum açık çay (bardak da Alev Ebüziyya)...
O tatlı çocuğun şu an hayatta ve keyifli olması, üstelik babasının da bin türlü badireden sonra şu veye bu şekilde hala yanlarında olması.
Ben bunları yazarken dahi tıbbın ilerliyor olması.
Şu tatlı kuşun keyifle cıvıldıyor olması...
Budist bir rahip çok yaşlanmış, ölmek üzereymiş. Bunu bilen müridleri etrafına toplanmış yaşlı bilgenin. Fakat rahibin aklı daha henüz gelmemiş olan tek müridindeymiş, sürekli onu sorar dururmuş. Herhalde söyleyecek pek önemli şeyleri var diye düşünmüş etrafındakiler. Sona çok yaklaşıldığı bir anda gelmiş beklenen mürid. Hemen ustasının yanına gitmiş. Yaşlı bilgenin gözleri parlamış. Meğer müridinden çok sevdiği bir pastayı ısmarlamış, onu beklermiş. Keyif içinde ,ağzını şapırdatarak yemiş pastasını ölüme uzanmadan önce.
Evet bes dakika sonra öleceğini bilerek bir pastayı heyecanla beklemek ve keyifle mideye indirebilmek. Şu andan bu gözlerle bakıldığında gerçek bilgelik ve güç buymuş gibi geliyor bana...
Sonuç: Allahım sen hepimizin çocuklarını her türlü kötülükten koru...
Allahım sen hepimizin iç sesini kuş cıvıldaması kadar neşeli, ılık bahar rüzgarları kadar ferah , öğlen güneşi gibi pırıltılı, bulutlar gibi beyaz , yumuşak ve yargısız, yunuslar gibi oyuncu, mutlu , aydınlık, eğlenceli ve tabii mümkün mertebe etrafa zararsız kıl.

Sunday 29 November 2009




Yazdan bir gün çaldık cumartesi...


Attık adaya kendimizi, annem, babam, teyzem ve kızım..


Güneş mi: pırıl pırıl


Mangalda lüfer, rakılar, turplu yeşil salata, kıtır kıtır kırmzı soğan, tereyağlı patates ve bizim ada manavında bulduğumuz harika yeşil zeytin...


Hepsi bahane, sohbet hakkaten şahane...


Mutfaktan güneşin altına çektiğimiz masaya yürüken ağzıma bir yeşil zeytin atıyorum, gözüm yeşillerin arasından lodos fırtınasına takılıyor ve oooooooooooh diyorum, hayat bu...


Bakıyorum gencecik duran, gözleri pırıl pırpıl anneme, babama, teyzeme. Teyzem altmışında motosiklete başladı ayrıca kürekçi, tenisçi, dalgıç ve vesaire , zaten taş çatlasa kırk duruyor...babam'ın gözü sözü adada bu yıl yapacağı inşaat projelerinde, mevsim gelse start alsam diye düşünüyor. Annem söylense da babamın yanında mutlu, projeleri bizleriz zaten...


Yetmiş küsürlerinde bu insanlar ve kimse bizden geçti diye düşünmüyor...heves ve neşe içindeler.


Anlattıkları herşey, ilginç, rafine, ve komik...


Ne güzel bir görgü diyorum, ne şanslıyım...Atletik bir şekilde yaklaşık yüz basamak iniyoruz rıhtıma, sonra bu basamaklar hoplaya zıplaya çıkılıp alelacele iskeleye yürünüyor: teyzem akşam tiyatro'ya yetişecek...


Giderken zavallı babamı limon ağacına çıkarıyoruz, aşağıda dört kız bar bar bağrıyoruz neşeyle: şunu istiyoruz...adamcağız tam ona uzanırken, hayır hayır şu tam karşıdaki büyük olanı, hayır o, hayır bu diye diye...


Bu arada dayımı ve sevgili kuzenimi görmeyi de becerdim. İki tatlı kızımız da yanımızda...alelacele dedikodu yapmaya çalışıyoruz. Bunlar da herşeye maydanoz...Hay dedim kuzenime bunlara bu yaşta İngilizce öğretenin...


Teyzemi motora bindiriyoruz. Annem, babam, kızım ve ben çaylarımızı yudumlarken akıllarımız evde bizi bekleyen sıcacık kestanede...


İyi Bayramlar...

Friday 27 November 2009


Bastırmıyorum kendimi, bıraktım. Seyrediyorum yavaşça suyun yüzüne çıkanları. Bir bir. Yüzüme bir gülümseme takınmıyorum zorla veya aklımı, ruhumu korkuyla hüzünden kaçırmıyorum. Neyse o. Neysem o.



Çoğalıyorum, katmanlanıyorum. Dalıyorum sık sık.
Dua ediyorum.
Elif Şafak'ın yazdığı gibi terliklerimi giyip , her şeyi ve herkesi bir kenara bırakıp, ruhumun mahzeninin merdivenlerinden iniyorum üçer beşer. Yalının kayıhanesi gibi biryer olmalı orası...



Belki ellincidir Amor'u dinliyorum Lamento della Ninfa'dan.
Non mi tormenti piu...non mi tormenti piu...
Simon Shama'nın Bernini'sini seyrediyorum defalarca, beyninin içine aldıklarının ve onları proses etme hızının ve biçiminin bu çirkin adamı ne kadar seksi kıldığına şaşırarak...



Her an duygularımı kontrol etmem gerektiğini düşünmüyorum.
Gözyaşlarıma daha saygılıyım...artık onları daha iyi ağırlıyorum.



Dün tanıştığım insanları, filimlere konu olacak hayatlarını, eriştikleri duruluğu, bakışlarındaki derinliği, yüzlerindeki nuru düşünüyorum, kendimi çok şanslı ve zengin hissediyorum...ama içim de acıyor bir yandan, uzun süredir bu şekilde acımamıştı...karmakarışık...



En çok burnumu, kokusuyla aklımı alan bir boyuna dayayıp herşeyi unutamamak yoruyor beni...uzun süredir taşıyorum herşeyi sarhoşlukla hafifleyemeden...kaslarım güçlü ama süzülmüyorum bulutların, yıldızların arasından...belki ancak tarih beni geçiriyor heycanlı ve yıldız tozu serpilmiş labirentlerden...elimde bir fener... ve bütün bunların arasında unutamıyorum dün akşam ki bir bakışı...non mi tormenti piu..

Monday 23 November 2009


Ah ne hoş...

Dün Brideshead'i seyrettim. Sanki kolumda bir serum vardı da vücuduma damla damla saten bir keyif yayıldı. Ya da acaba kadife miydi keyifin dokusu, rengi de... hımmm...yosun yeşili mesela ???

Filmin sonunda şöyle düşündüm: konu belki klişe ve hatta tutarsız ama ne fark eder...filmin meselesi konu değil ki: Filim hassas, hasarlı ve fakat zeki, müstehzi ve ihtiraslı ruhların, dekadant dolayısıyla tanrılar katında yok olması uygun görülmüş bir güzelliğin, elegansın, kristal inceliklerin, yedirenkli yansımaların peşinde. Bunu da pek güzel başarmış. En sıcak ve güzel ışığını artık hafif kırpışarak veren ve II. Dünya Savaş'ında sönecek art nouveau bir chandelier. Gibı.

Filim Oxford University, Brideshead denen harika yer, Venedik, ve Fas'ta geçiyor. ve bir de o vintage transatlantik ...Anlatabiliyormuyum???
Şimdi ben de bu evin biraz daha miniğinde yaşayabilirim. Şömine karşısında uyuyan - hayır, kraliçenin o minik köpeklerinden istemem- koca koca, eşek kadar bir dolu köpeğim olur. Elbette, atlarım da...ahhhh... ve ben hergün o yeşil çimenlerin ve ormanların içinde dört nala ata biniyor olurum- yağmur, çamur demeden. İlginç arkadaşlarım (atla ) high tea'ye gelirler ve tabii ki ben de kalırlar, west wing, east wing farketmez:)). Birde koskocaman, tapınak gibi bir kütüphanem olur, iki katlı, binlerce kitap, çoğu first edition. Kütüphanemin ortasında kocaman bir globe...sıcak, maceralı seyahatleri planlamak için, ya da elimi rastgele nereye koyarsam plansız programsız oraya zıplayabilmek için, tamamen halet-i ruhiyeme göre...
Öyle mücevher istemem, şık pahalı, marka kıyafetle ilgilenmem (yani birkaç tane olur tabii vereceğim çılgın partiler için, keh keh),hele çanta umurumda olmaz, arabamın markası filan da beni bağlamaz...(zaten at var ya)...
Yani bunlar çıkarıldığınde gene de çok şey mi istiyor oluyorum???


Sunday 8 November 2009


Kayıp. Acı. Garip... ferah bir acı. Çünkü hep ama hep- bir tek olay dışında- güzel şeyler hatırlıyorum. Acı, artık olmadığını, seni görüp, koklayamayacağımı algıladığımda buruyor ve yakıyor. Sonra gene güzel güneşli anılar rüzgar gibi esip biraz ferahlatıyor.

Dünyaya beni mutlu etmek ve rahatlatmak için gönderildiğini düşünmek bencilce ve over-reductionist. mi?? Ama inan bana sana her baktığımda gevşedim ve gülümsedim ben, hatta hatırladığım zaman, ismini söylediğim zaman kuyruğum sallandı benim patır patır. Nasıl sen beni her gördüğünde (düzeltiyorum: canın istediğinde) kuyruğunu salladın, benim de seni her gördüğümde kuyruğum deliler gibi sallandı işte...

Biliyormusun Prenses Mononoke'de ormanın ruhu vardı, işte sen de adadaki bahçenin ruhuydun...ruhusun benim için. Bilmiyorum adaya geldiğimde bahçedeki o boşluğa nasıl dayanacağım...heryerdesin, her köşede...O güzelim patilerin, o tatlı bambi yüzün, koca kulakların, mis gibi kokun...nerede şimdi...benim güzel oğlum nerdesin şimdi...

Seni ilk kucağıma aldığım günü hatırlıyorum, kulağında 018 damgası. Arabamın vites koluna kusuşunu, kafanda yılbaşı süsleriyle yan bakışını, sadece koca pati ve kulaktan ibarte olduğun günleri, güneşin altında neşeli geyik gibi hop hop koşuşunu, karınla keyifle kertenkele avlarınızı, rıhtımdan jet gibi denize atlayışını ve son son tutmayan arka ayaklarınla nerdeyse sürüne sürüne peşimizden heryere gelmeye çalışmanı...herşeyin, her güzel şeyin içinde sen de varsın işte...

Koca kurt, söyle kızıma nasıl anlatırım gittiğini???

Sen ki kızım ürkmesin diye dakikalarca kıpırdamadan durur, kendini sevdirirdin. Sen ki kızım gelince bir neşe kelebeği olurdun. Kızım kozalak yerine havtopu dedi uzun zaman...

Ya ben kendime nasıl anlatırım gittiğini??

Hepbirlikte yan plaja geçince duvarları aşıp geldiğini, geri götürülünce bu sefer denize atlayıp yüzerek geldiğini, herkesin jaws geliyormuş gibi kaçıştığını, sonra birinin sırtıma pıtpıtlayarak pardon bu sizin köpeğiniz mi diyerek su samuru gibi denizden tatlı talı gelişini işaret ettiği, gülmekten kırıldığımız o günü...

birbirimizi çok özlediğimiz o yağmurlu günde burnundan şıpır şıpır damlalar akarak kapımın önünde oturduğun, inatla sırımsıklak olduğun ve tabii eve alındığın günü mü...

tekneyle giderken arkamızdan denize atladığın, inatla açıldığın ve eyvah bu geri dönemez boğulur diye seni itiş kakış denizden tekneye çektiğimiz günü mü...

yoksa bebekken seni tekneden denize attığımda direkt sahile yüzdüğün, seni almak için çöplerin, terliklerin, bin tür pisliğn arasından yüzdüğüm ve tam tekneye dönerken ağarlık yapmayayım diye zodyaktan atladığımda denizden o kadar kormana rağmen peşimden atlayıp ve fakat beni kurtarmak yerine tekrar pis sahile yüzdüğün günü mü??

Hangisini unutabilirim.

Ama en çok ilk eve geldiğin gün aklımda. Koca yelken kulak, koca pati bebek yatağımın yanına kıvrılıp yatmıştın. Sonra gece ben tuvalete kalktığımda benimle kalktın, çekingen adımlarla beni izledin, tuvalet kapısında beni bekledin ve ve benimle adım adım geri döndün. Sonra yüzüme baktın: içimden bunlar geliyor ama doğru mu emin değilim, böyle mi yapmalılıyım der gibi. Evet dedim ve kocaman sevdim seni...O günden beri hep adım adım peşimizdeydin, sürüklensen bile...

Bahçede elim üşüyecek. Yanyana ne çok güneş batırdık, ne çok fırtına seyrettik, ...Bu yaz sona yakın olduğunu bilerek ne çok öptüm, kokladım seni...Tanrım, 14 yıl ne çok şey paylaştık sevgili oğlum...

Bizim köpeğimiz değildin sen. Evin esas sahibiydin ve ne güzel ağarlıyordun bizi yazları, yıllarca ne güzel korudun, ne kadar güvende hissettirdin. Gideceğimizi anladığında ne çok hüzünlenirdin. Hürdün, yarı kurttun. İstediğin zaman sevdirirdin kendini, bir kere sana verileni geri almak mümkün değildi, hırr ediverirdin. Özgürdün, hiç zincire vurulmadın...

Seni en çok rıhtıma taşan lodos fırtınasında, buz gibi havada dirseklerine kadar denize girmiş koca taşları koca pazularınla iterek oradan oraya sürükler ve neşe içinde havlarken hatırlayacağım.

Yanında olamadığım, hasta olduğunu bilmeme rağmen bir türlü gelemediğim için çok özür dilerim. Seni son bir kez görmek yaptığım onca saçma sapan şeyden ne kadar daha önemliydi oysa ki...Bayramın son oduğunu, sonun bu kadar yakın olduğunu konduramadım. Bütün bular bahane değil, çok özür dilerim..

Yuvanda kıvrılıp uyumuş, bir daha uyanmamışsın oğlum...İçimi rahatlatan şey ,sen ne düşünürsün bilmem ama, uzun, güzel bir ömrün oldu, veteriner yüzü görmeden 14 sene yaşadın and above all çok, pek çok sevildin... Huzur, mutluluk, ışık, sevgi içinde ol...

Bizi çok ama çok mutlu ettin. Çok teşekkür ederim canım Rolfim...

Wednesday 7 October 2009


Hahaaaaaaa....Hohooooo.....Kihkihhhhhhh...Kikirkikir.......
İçim neşeyle gıdıklanıyor...
I am singing in the rain yada 'These are a few of my Favorite Things' yada 'Let's go fly a kite, up to the Highest Height' kıvamındayım.
Coşarım, aşarım:))
Çünkü tezimi görüyorum. Rengarenk..
Okumaya can attığım binlerce ama binlerce kaynak buldum... Üstelik kaynak bulamazsın deyip durdular bana, peh...
Osmanlıcam akmaya başladı bunca zamanın ve çabanın sonunda...
Bu kadar 'iğrenç' bir konudan iyi bir tez çıkacak galiba:)))

Bir de ada hissiyatı döktürücem zira çok özledim.

Adaya adım attığımda garip bir bütünlük duygusu sarıyor benliğimi. Ağacın, havanın, dalganın, rüzgarın, atların, arıların doğal bir parçasıyım, uzantısıyım artık. I vibe with all! Bizim evin ıssız ve eşsiz patikasında yapayanlız yürüyor olabilirim tek başıma ama aslında tekil değil çoğulum. Cep telefonum, internetim, hiçbir sinyalim olmayabilir ama çok derinden ve çok net bağlıyım biryerlere...ciddi bir kapsama alanındayım aslında. Biliyorum...Ada beni seviyor. Sarıyor, sarmalıyor ve ben onun kucağında huzurluyum ve deliyim. Tam olduğum gibiyim. Kah kitap okuyorum güneşin balını yudumlayarak dingin ve asude, kah gece yarısı tanımadığım birilerinin doğumgününde sevgili ve adalı arkadaşlarımla saatlerce ve çılgınca dansedip elbiselerle karanlık sulara bırakıyorum kendimi (ah ne keyif)....Kah pasif bir seyirciyim ağzı mütemadiyen hayretle açık ve bazen sümüklüböceğin güzelliğine gözleri yaşaran, kah lodos fırtınasına karışıyorum çıplak ayak, ve hayranlıka bakıyorum rıhtımda patlayan köpüklere, ıslanıp döndön dönüyorum sonunda ağaç gövdelerine sarılıp, ıslak yapraklarına yüz sürerek...kah sakızlı kek yapıyorum mutfakta ve hep annelik, kah oturuyorum babamın kucağına hiç büyümemiş gibi ve onun babaanneme benzer kokusunu içime çekerek..ve tabii en önemlisi bu hazineyi kızıma aktarıyorum hep, biliyorum ada onu da seviyor çok ve yaşlı kurt onun yolunu gözlüyor...
ve hep aklımda yazın ve tabii kışın Blake:
to see a world in a grain of sand
and a heaven in a wild flower
to hold infinity in the palm of your hand
and eternity in an hour
Müteşekkirim çok...

Saturday 19 September 2009

Güzel bir roman okumak istiyorum, heyhat zaman yok.
Öyle bir roman olsun ki bu zamandan ve bu mekandan koparsın beni, diyar diyar dolaştırsın, öyle güzel tasvirleri olsun ki zarifçe oyulmuş .. bir daha bir daha okuyayım, Payami Safa, Abdülhak Şinasi Hisar gibi...Ama Hüseyin Rahmi gibi de matrak olsun, o zamanın yaşayışını ve dünyasını zahmetsizce avcuma koyuversin...Karay gibi tutkulu bir aşk da içersin muhakkak... Annemin yanıdibinde onun masal okuyan ağzına-dişlerine ve benine dalarak dinlediğim ama kafamın içinde zümrüdüanka kuşuyla kafdağına uçtuğum masalımsı dünya da olsun. Elif Şafak'ın Mahremindeki gibi... Osmanlıları istiyorum, o dingin, asude, feraceli, şemsiyeli hayatı...Pamuk'un romanlarındaki gibi tarihin romanın dramatik kurgusunun arkasından gürül gürül akmasını istiyorum...
İyi bir roman okurken hep olduğu gibi kendimi kaybetmek, romanın içinde erimek, geri dönüp hatırladığımda ise romanı neredeyse kendi hayatımın ve kişiliğimin bir parçası olarak görmek istiyorum...
Güzel bir roman okumak istiyorum, heyhat zaman yok...

Thursday 9 July 2009

Yaz ve Büyükada

Şapkaların altında dalgalanan ve güneşte parıldayan beyaz sarı saçlar, neşe saçan mavi gözler, etrafa yayılan serin su şıpırtıları ve billur küçük kız kahkahaları...

Her sabah tur yolunda keyifli dedikodular, kahkahalar, terapiler, biricik arkadaşlarımın keyfi, yeni yeni doğmuş güneş ve çamlardan süzme hava ve gönlü okşayan nefis manzaralar...

Kızımla kucak kucağa tekrar tekrar denize atlamalar...

Lido'da saatlerce kallavi sohbetler ve boşanıp da semerini yemeler:)) Şimdi bir de İskender çıktı...

İllaki Mavi'de kahvaltı...

Fatma Aliye Hanım'ın torunu ile birlikte sakızlı kahve ve olmazsa olmaz geçmişe yolculuk...

Evdeki usta aniden gidince babam yapmasın diye ortaya atlayıp cayır sıcakta çıkrıkla kova kova çimento çekmeler...

Kendi kendime ı-pod'umla çıktığım yürüyüşler...

Daha neler neler, ne dolmalı köfteler...

Aşk işte...dingiiiin, güneşliiiiii hayat. Yaz ve Büyükada işte....

Saturday 27 June 2009

Cehalet

,Off...gene sinir içersindeyim. Tüketimde ve gece hayatında maşallah pek marka ve pek modern olan ülkemizin altından altından habire fırlayan sakil cehalet beni çıldırtıyor, dahası bir anne olarak endişelere boğuyor.
Geçen gün arkadaşım söyledi bu sene adadaki bisiklet kazalarında 22 kişi ölmüş. Yirmiki muhtemelen gencecik insan. Daha bunun üzerinden iki gün geçmedi annem babam eve sapsarı ve keder içinde döndüler. Splendid'in önünde boylu boyunca yatan incecik bir kız çocuğu...avuç içi kadar ve trafiksiz adada geç gelen ambülans, koşarak karakola giden yetmiş yaşında annemi lütfen dinleyen ve ambülansı zar zor bir kez daha arayan polisler ...Sonra öğrendik, vefat etmiş güzelim kız çocuğu... Allah rahmet eylesin, ailesine sabır versin... gene bisiklet.
Adada bir zamandır deli gibi bisiklet kiralanıyor...görüyorum etrafta son sürat, eller havada uçan gençleri...bunlardan bir kısmı hayatında ilk veya ikinci kere bisiklete biniyor. Hem kendisi, hem etrafı için ne büyük tehlike...Peki 22 kişinin ölmüş olması bir gösterge değil midir...birşeyler yapmak için...bir hız sınırlaması mesela??? bir kask takma şartı mesela??? Bu kız çocuğu kaskı olsaydı hayatta olur muydu şimdi??? çok mu zor bu birtakım insani ve medeni hareketler....
Ya birbirini hunharca sollayan at arabaları. Gencecik çocuklar görüyürum arabaları kullanan, kalıbımı basarım birilerinin hemşosu, gelmiş adada görüyor/kullanıyor ilk kez arabayı...Çoğunluk atların durumu ayrı bir trajedi...
Gerçekten demokrasiyi sınırsız özgürlük zannediyoruz...oysa ki demokrasi sıkı bir kurallar zinciri ve sistemidir. Bizde kurallar zaten demode, üstelik ihlal edilmek ve rüşvet sağlamak için varlar...
Bir de bir arkadaşım Amerika'da doğal bir parkta kampa gitti ve orada uyulması gereken kuralları anlattı, yani o doğa parçasının zarar görmesi imkansız...bir de aklıma hafta sonu yıldız parkı fılan geldi...
Yetmedi demin tv'de genetiğiyle oynanmış gıdalar tartışılıyor. Bilim adamları versus tarımsal araştırmalar genel müdürü...ki arkadaş hakkaten konuşamıyor, ne dediğini anlamak gerçekten mümkün değil. Bu hal düşünemediği konusunda da ciddi şüpheler uyandırıyor.. Bu GMS işi o kadar kapalı kapılar altında sürüyor ki, ne oduğu belli. Satmışlar işte çocuklarımızın yiyeceği gıdayı...kimbilir ne karşılığı...
Yalan dolan fili yuttu bir yılan...
Koyu cehalet, küçük çıkarlar...
Çok üzgünüm...
Buradan annelere sesleniyorum...hayırınız evet olmasın lütfen...Coğu Türk annesi böyle çünkü...çocuklarına iyilik yaptıklarını zannediyorlar ve hiç birşey dinlemeyen, her hayırı evete çeviren ve çevirinceye kadar da türlü şımarıklık ve arsızlık yapan çocuklarını pek karakterli, pek zeki filan zannediyorlar.(evet, vapurda karşımda bir tane vardı ki pes bu çocuk büyüyünce ancak büyükbaş Türk politikacısı olur dedim) Bizde sevimlilik de içeren şımarık lafı oysa ki İngilizce de spoilt yani mahvedilmiş, bozulmuş manasına denk gelir...Sonra bu çocuklar büyüyor ve kurallı toplum zihniyetini oturtamıyorlar, rüşvet vermeyi/almayı reddedecek dignity'i algılayamıyorlar...Her kuralı ihlal etmeyi bir akıllılık sanıyorlar. Anlamıyorlar ki aslında kolay ve gerzekçe olanı bu kuralları ihlal etmek (bkz: kendi bindiğin dalı kesmek), akıllılık da beş adım sonrasını ve bütünü görebilerek bunlara uyacak daha olgun ve medeni tavırlar sergileyebilmektir. Olmuyor... Sonra...sonra böyle oluyoruz işte...
Hep derim bir ülkenin gerçek medeniyetini kullanılan arabaların markasından yada kadınlarının sırtındaki servetlik çantalardan değil, yaya geçitlerinin işleyişinden anlarsınız...

Tuesday 9 June 2009


Aaaaa çıldırmak üzereyim...Onikisinde bitiyor bu okul sanıyordum her mantıklı okul gibi...Kendimizi onikisinde adaya ışınlamaya ayarlamıştık...GÜN SAYIYORDUK Kİ, BİR HAFTA DAHA EKLEMİŞLERÇ..bir hafta daha 5.45 de kalkıcam, hadi geçtim kendimi ya tatlı kızım??? Bu sıcaklarda sadece işkence okula gitmek, artık kimsenin herhangi bir ders anlayacak hali kalmadı ki...

Neymiş bizim okul kışın ekstradan bir hafta dinlenme tatili vermiş, o yüzden şimdi diğer okullar kapanırken bizim çocuklar bu sıcakta bir hafta daha eriyecekler..breh breh breh, bana mı sordunuz bu değşikliği yaparken?? Evet hatırlıyorum kışın luzumsuz bir tatil olmuştu, ne yapacağımızı bilememiştik...

Şimdi döşeniyorum kallavisinden bir şikayet mektubu...

GIRRRRRR....

Thursday 14 May 2009


Sir Isac Newton. Hayatimin erkegi (yada onlardan biri). Hı hı...evet sıradan ve gerçekleşmesi her açıdan çok muhtemel beklentilerim ve beğenilerim var...

Ağlamanın Zamanıdır

Bizanslılar savaş kazansalar bile bunu bir nevi yenilgi sayarlarmış. Çünkü onlara göre asıl marifet sorun ne olursa olsun onun diplomasi ve entrika yoluyla çözümlenmesiymiş. Entrikayı bir tarafa bırakalım savaş yerine de ağlamak eylemini oturtalım. İşte ben ağlamayı bir yenilgi sayıyorum. Kendi kendimle olan iç diplomasimin çöktüğü an olarak görüyorum.
Tamam öyle anlar var ki, geç diplomasiyi, oto telkini filan, bırakırsın kendini çünkü olay çok ağırdır, geri dönüşsüzdür, buram buram acıdır, kaldırılmazdır. Ama ağlama hissi her daim böyle ekstrem olaylarla uyanmaz, bazen anlaşılmaz sıradanlıktaki olaylar zinciri davet eder ağlamayı.. gariptir çünkü olay sıradandır ama bir şekilde içinizdeki camı boydan boya patlatmış, parçalar heryere dağılmıştır...bardağın son damlasıdır...
İşte şimdi, oturmuş içimdeki parçalara bakıyorum, onları süpürsem mi, yapıştırsam mı, hayır canım ne camı diye başımı mı çevirsem yoksa olay mahalini bol suyla yıkasam mı... yani hüngür şapırt ağlasam mı??
Ama öyle bir mekanizma geiştirmişim ki içimdeki ağlama topaççığı nerden gelse savunma mekanizmam sağlam bir smaçla onu geri gönderiyor. Bu saçma şey-şeyler için ağlanır mı diyor, şükredecek binlerce şeyin varken, karnın tokken, sırtın pekken, senin ve sevdiklerinin sağlığı yerindeyken, nedir ki ağlamaya değen??? Aklıma zor durumda olan arkadaşlarım, korkunç gazete haberleri, aç çocuklar, savaşlar, kazalar geliyor ve ayıp diyorum...gönder gözyaşlarını gerisin geriye..çözersin sen bunu ...
Ama işte dolmuş göğsüm, tıkanmış boğazım, incelmiş derim. Gün içindeki kaba bir tavır, kendimi istediğim gibi ifade edememiş olmak (cevabı yapıştıramamış olmak), kendime güvenimin aniden geri çekilmesi, reglin ilk günü(bunu başa mı yazmalıydım acaba), evde kedinin çayı kitapların üzerine devirmesi...ve tabii herşeyin altında yanan ve zaman zaman kavuran bir geleceği görememe tedirginliği...
toplandı yağmur bulutları ve içimdeki küçük diplomat çalışmalara başladı, illa güneşi geri doğduracak. Ama bazen gürül gürül yağmur nasıl temizler ortalığı ve sonrasında güneş mis gibi toprak kokusuyla doğar pırıl pırıl..
Ağlamak lazım bazen, ağlamayı yenilgi olarak kabul etsem dahi...küçük diplomat bıdır bıdır konuşucağına dinlensin biraz...
Ama ağlayamayacağım gene galiba çünkü bu yazı beni rahatlattı:))Hay Allah!!!

Tuesday 12 May 2009






























Tuesday 31 March 2009

DEVEYE HENDEK

Konu devesi benim, hendekte Osmanlıca, atlatma eylemini gerçekleştirmeye çalışan deve sahibi de gene benim ne yazık ki... Yani bir dilin yazı formatı bu kadar mı çetrefil olur, pes! Tabii yıkılır bu imparatorluk, savaş talimatnameleri bile yanlış okunup, yanlış harekatlar yapılmıştır, benden söylemesi.
Hadi matbu yazı okuyorsunuz diyelim...yetmez çok iyi vezin bilmeniz lazım, yoksa vahim hatalar yaparsınız. Diyelim vezini de öğrendiniz oldu mu..tabii ki HAYIR...şimdi de rika formatını öğrenmeniz lazım, yoksa nasıl elyazısı ve dolayısıyla arşiv belgesi okuyacaksınız...peki, bu sınavı da başarıyla geçtiniz oldunuz mu, tamam mıdır...Ne kadar safsınız, bazı belgeler ve yazılar divani yazıyla yazılmıştır ve harfler süsten püsten gene tanınmaz hale gelmiştir. Ya sabır dediniz, affedersiniz merkebler gibi çalıştınız, bunu da başardınız. Hahayt gülerim size, bakalım diplomatik yazı türü olan siyakattan bir şey çakabiliyormusunuz...Hadi imkansızı başardınız, allame-i cihansınız, yukardakilerin hepsi maşallah şakır şakır, gene de her değişik ve biraz kötü yazılmış elyazısında sallanırsınız...
Huysuz ve tatlı ve cok değerli hocamız Yücel Hoca'ya sordum, hocam niçün bir türlü olmuyor deyyü...o da bana oryantal öğreneceğime oturup çalışmam gerektiğini söyledi...Ha, orada durun hocam dedim ...daha önce yogaya gidiyordum, baktım ki gereksizce Sanskritçem ilerliyor, ben de artık oryantale gidiyorum ki Osmanlıcam ilerslesin dedim. Sanırsam benimle gurur duydu:))

Saturday 28 March 2009

BAŞLIKSIZ

Resimler geldi bugün...
Restoran olmuş eski evimizin...
Çocukluğumun cennet bahçesinin...
Ben gitmeye cesaret edememiştim oysa ki babam gayet rahat gidebildi bir zamanlarki baba evine...
Ben korktum, babannemin sesini duymaktan, cocuklugumuzun kahkahalarının çınlamasından, anıların her adımda karşıma çıkmasından, Max'ın ve Fifi'nin yerinde yeller esmesinden, yaseminlerin, o kocaman manolyanın yada mavi çamın kesilmiş olmasından...
Korktum boğazıma birşeyler düğümlenmesinden ve ağlamaktan..
Boşuna korkmuşum!
Ev o ev değil ki bambaşka bir yer olmuş...
İnanamadım, nasıl böyle bozulur o romantik ev ve neden???
Gebze taşlı, çift merdiven inerdi aşağıya aralarında da mermer çeşme. Bu zarafete bir de zaman dokunmuştu, herşeyin sivriliği yumuşamış, oturmuş ve sarmaşıklarla gizemlenmişti.
Şimdi lönk diye tek, sakil bir merdiven iniyor, çeşmeyi de yok etmişler..
peki ya babamın narsis ektiği, iki basamak merdivenle çıkılan kucuk bahce..beton dökmüşler üzerine...
dedemin gulleri, hercai menekseler??
evin içi dişi heryeri böyle yara bere, beton, içinde
utanıyordur şimdi eminim ...
bir de adam babama demesin mi 'görüyorsunuz eve pek dokunmadık' diye
babam gülmüş sadece, nerden başlasam nasıl anlatsam şarkısını söyleyecek hali yok tabii...
Bir güzellik daha kayboldu gitti, yerini sakile bırakarak...
Who cares???

Saturday 14 March 2009

ORYANTAL


Eveeet,

Terazi burcuyum ve çok dengeli bir insan olmakla övünmüşümdür hep...P)))

Mesela uzun süredir huşu içerisinde yogaya gitmekte ve kendimi çok saygın bir adet nirvana aday adayı zannetmekteydim...P)))

Yok, ama hiç birkaç ay kurstan sonra bir de Hinistan'a gider orada cilalanır, hoca olurum, guru olurum diye de havalanmamıştım . Böyle bir güruh var şimdi, çok moda bu light- spiritüel kariyerler!!!. Ayrıca birsürü insan gerçek mistik felsefelerinin mantığının aksine bunu bir new age ego patlatıcısı olarak kullanıyor. Belirtmeden geçemeyeceğim bu hanımlar genelde zengin beylerin eşleri veya kızları ... Aynı anda hem fitness, hem spiritüellik (sadece bu dünyada değil, öbür dünyada da bir V.I.P konumu), hem semi-işkadınlığı, hem de ruhen neandertal kalmış çoğunluğa tepeden kuş bakışı...alles inklusive ve hepsi birkaç Hindistan seyahati uzaklığında...

Yok, bu işe gönlünü kaptırmış, emek vermiş, hayatını vermiş, budist felsefeyi hatmetmiş ve bilgisini geliştirmeye devam eden, olaya sadece ego tarafından yaklaşmayıp, hakikaten iyi niyetle/yardımseverlikle yapan ve birtakım güzel öğretileri sadece havalı sanskritçeyle tekrarlamakla kalmayıp, hayatında uygulamaya çalışan insanlara saygım sonsuz...ve elbette bunlarin içinde hali vakti yerinde insanlar da var, negatif sınıf ayrımcılığı yapmak değil amacım...

Ayrıca hayatı elinin tersiyle itip, dağa çıkabilen ve orada , beyninin içindekilerle başka bir hayat kurabilen insanlara, münzevilere, iyice mistik tasavvuf damarına hayranlık duymuşumdur hep...Allahın varlığıyla sarhoş olanlar ...İbni-Arabi'ye göre iki gözüyle görenler yani sarhoşluğu (sukr) ve ayıklık durumunu (sahw) ve dünyevi mantığı dengede götürebilenler...

Pardon, nereden nereye...gene laf karıştı

Demem o ki, çok esneğim ya her hareketi yapıcam diye 8 olmaktan, olayın doğasına aykırı birtakım dünyevi hırslardan sıyrılamamaktan ayıptır söylemesi beli haşat ettik...ben de bana benzer bir arkadaşım da...demek ki ruhen daha bizim yaklaşık 45 fırın ekmek yememiz lazım.
Bir de benim hayatım gir arşive, kapan kütüphaneye, koştur derse, savrul çocuk doğumgünü partilerinden envai çeşit kurslara temposunda geçmekte...yani bir MNC yada CEO temposuyla kasılıp durmuyorum...

Saded; Ben de baktım olmuyor bu yoga hayatımın bu aşamasında, kendimi benzer bir aktiviteye vereyim dedim veeeeeeeee oryantal dansa başladım, heh heh..

Hoca bize diyor ki, siz kraliçelersiniz şöyle dayanın tahtınıza, o biçim dalgalanıp, fıkırdıyoruz. Ama esası çok iyi, çok kafa arkadaşlarız ve birbirimizi o hallerde görünce gülmekten katılıyoruz...

Oh...ihtiyacım olan da bu!!!!
P.S :Kızıma da öğreticiim, bir anne kızına daha yaralı ne aktarabilir ki...

Saturday 7 March 2009

SELIM THE ÜÇ ve AMİRAL NELSON




Bugun III. Selim'e gittim Topkapi'da. Sagolsun Zat-i Sahane muthiiis karsiladi beni...Yanliz dedim ki : Devletlu Sultanim acaba kaloriferleri yakabilirmiyiz, donmak uzereyim de...Ilhami mahlaslı durur mu, haklı olarak, yanmak fiilinin mecazi manasına garkolarak buyurdu:

"Bu cihânın devletine eyleme zerre tama'
Pek sakın İlhâmî zirâ bî-vefâdır saltanat "

Evet, III. Selim'in bu siiri karsiliyor insani muze kapisinda. Eh...son bilindigi icin de bir urperiveriyor insan, zaten cok da zor olmuyor bu, zira muze buzzzzzzzz gibi...
Ama müzenin benim için ennn hot parçası sudur: Napolyon hafiften! Mısır'a filan bulaşmaya başlamıştır. Onun bu genişliği ve mazallah İngiliz tacının mücevheri olan Hindistan' doğru meyletmesi no nonsense İngiliz zevatını fena gıdıklamaktadır. Ayrica III. Selim'de kendi sariginin mucevheri sayilabilecek Misir'in kapisinin davetsiz misafir Napolyon tarafindan israrla calinmasi karsisinda gergef gibi gerilmistir. Coook kısacası, nefes nefese geçen bir seri deniz savaşından efsanevi Amiral Nelson yani İncilüzler galip çıkar , Napolyon kos kos Misir'dan uzaklasir, zaten onun icin sonun baslangici baslamistir. Şimdi III Selim, haklı müteşekkirliğinden olsa gerek Amiral Nelson ve başlıca saz arkadaşları için şeref nişanları hazırlatmış. Ama madalyalar an itibarıyla müzede durmakta...ne oldu acaba...Nelson bu madalyaları gelip almaya tenezzül etmedi mi, peki o zaman bunlar kendisine gönderilemezmiydi çünkü sanırım birtakım hediyeler (mücevher galiba) gönderilmiş kendisine...what happened demek istiyorum sayın seyirciler, WHAT happened....
Hımm...kapı çaldı, sanırsam mesafirler...
Düzeltme; küçük araştırma sonrasında ama kaynak internet yani akademik Rankeesque kesinlikten uzak, bilesünüz...
Şimdi, cevap şapşal kuş bendenizin tepeye koyduğu yakışıklı Nelson resminde gizli imiş...Nelson'un hilalli madalyalası ve şapkasındaki mücevher parçası!!! İlhamı'nin hediyeleriymiş, kaynağımın yalancısıyım...
Ama, ama müzedeki gösterişsiz madalyalar , onlar niye orada ki...
hımm, gösterişsiz oldukları için mi...
BYE

Thursday 5 March 2009

MIRIL MIRIL

Bizim kedimizin adi kedi. Koydugumuz her isim uzerinden akti gitti. Cunku o tam bir kedi, idealar dunyasindaki tekir'in ta kendisi.
Simdi ben bu yaza kadar kopekciydim. Hem de ne kopekci. Kurt ve kangal ve bilge sokaklar disindaki hicbir cins beni kesmez hale gelmisti. Boyle hukumet gibi kopek olacak, ele gelicek, sonra saadetlu, devletlu, hasmetlu olucak...ki ben onlari bile mincirirken vikletmeyi basarirdim.
Sonra yazin cok fena, cok fena birsey yasadim. Anlarsiniz, eve getirmeyecek olsam zaten olucek (mi) olan zayif, hasta, minicik bir kedi, bana sokulan, siginan... acik unutulan bir kapi ve kennel kilidi ve kocaman bir kurt kopegi. Bir kocaman gun AZAP cektim, ben mi unuttum kapilari acik diye. Allah bana acidi... kediyi sevmek istemis olan bir misafir cocukmus iste...ne yaptigini bilememis... bu benim sucumu/sorumlulugumu azaltir mi, kapiyi kapatip kapatmadigimi bile hatirlayamamisken. Hayatim boyunca icimde, aklimda biryerlerde olucak agarlıgı...
Ustelik biz o tatlı, minik kediyi ne kadar cok sevdik...
Kizimin yaninda ilk kriz yonetiminde cuvalladim ve avaz avaz agladim ve aslinda doganin o sekilde kodladigi zavalli yasli kopegimi feci sekilde dovdum, boylece icimdeki canavarla da karsilastim...aramizdaki ask ki ,ben ona bayilirdim, tam da onun sefkate ihtiyaci olan bir donemde sondu. Elimde degil...
Neyse, bir arkadasim yavru bir tekir buldu sokakta, annesiz. Evinde de kopek var. Ben aldim onu, Allahim ne olur, emanet aldigim cani korumama yardim et, yuzumu kara cikartma diye diye..Kedi asla kopeklerin oldugu yazliga gitmeyecek. Yazin Istanbul'da agabeyimde kalacak...
Sonuc: Ben bu kediyi cok sever oldum. O denli tatli ki.. Merakli, yaramaz, isini bilmis..edepsizin teki. Bir de yumusacik. Eh! Evde herkesin el ayari kurt kopeklerine ayarli, zavallicik cekiyor bizden, hunharca seviliyor...
Demem o ki ben hala kopekciyim ama kedi milletini de cok sever oldum:)))

Tuesday 3 March 2009

KAGIDIN TARIHI VE KIRLI DONLAR


Bir bakalim...

Mehmet Genc Hoca'nin masasında bır arşıv günü...O rotanin olmazsa olmazi : Kıtapevınden alısverış. Kızıma daha önce görüp beğenmış olduğu 'Türk Bilmeceler Hazinesi" kitabını aldım. (Bu arada Kitapevi'nin bastigi kitaplari Sultanahmed'deki yerinden alirsaniz yuzde elli indirim yapiyorlar)...sonra koştur koştur Osmanlıca...

Bir kızım yok mu..var tabii ama en müthişinden bir de annem var. Dokuz gibi döndüğümde kızım coktan yatağına yatmis, gul yastigina dayanmisti, optum gulguzeli ve uyudu.

Simdi bugun beynim neler yedi, blogumun coook yan ismi olan bir tez anatomisinde hangi asamadayim..

Konumuz cok fantastik bir konu olan kagidin Avrupa'daki masali ...Kaynagimiz Lucien Febvre

Simdi kisaca kagit Avrupa'ya onikinci yuzyilda giriyor ama populer olarak 14.yy'da kullaniliyor.(Kagit cin Cinlilerden Araplar vasitasiyla getiriliyor) Ilk olarak Italya'daki dokumanlarda yeni tip bir parsomen olarak tarif edilmis. O gune kadar kagidin yerine parsomen veya vellum denen hayvan derisi kullaniliyor. Tabii daha matbaa kesfedilmediginden henuz el yazmalarindarindan bahsediyoruz. Vellum elyazmalari icin uygun ama matbaa icin problemli; birkere cok fazla murekkep emiyor, en pahali vellum olan dana derisi gerekiyor ve kucuk bir kitap icin bile cok fazla miktarda deriye ihtiyac var. (Kucuk Gutenberg Incili icin 170 deri gerekiyor).

Halbuki artik 13 yy'dan itibaren yazi manastirlardan cikip; universteler, gitgide yukselen ortacag burjuvazisi ve yeni yeni olusan sehir kulturu icin gerekli. Burokratik ihtiyaclar ve bireylerin ihtiyaclari kitap talebini gitgide sisriyor.

Febvre'nin argumani su: Matbaa teknolojisi Gutenberg'den once de hazirdi (kuyumcularin buyuk katkilariyla) ama eksik olan sey kagitti. Kagit ilk ciktiginda yer yerinden oynamadi, uzun bir sure onemli ve arsivlenen dokumanlar icin daha saglam olan vellum, narin ve dayaniksiz kagida tercih edildi. Hatta kagidi ,resmi dokumanlar icin yasaklayan kanunameler cikartildi.

Ve fakat, kagit uretimi once agir adimlarla sonra jet hiziyla artti.

Ilk kagit degirmenleri Italya'da Fabriano (Gentile da Fabriano'nun koyu) bolgesinde basliyor. Daha sonra Cenova ve Venedik'e yayiliyor. Oradan Fransa'ya...ozellikle unlu panayiri olan Champagne'ye. Champagne yillarca Ingiltere'nin Almanya'nin ve Avusturya'nin temel tedarikcisi oluyor.

O donemlerde bir kilo kagit icin 2000 litre su harcaniyor. O yuzden ve tabii ki degirmen gucunden yararlanmak ve bir ticari meta olan kagidi transporte edebilmek icin degirmenler nehir, liman, ticari merkezlerin kesistigi noktalara kuruluyor.

Suyun kalitesi de cok onemli, kirli sular kagida renk veriyor cunku...

Peki kagit neden yapiliyor... milletin eski keten iccamasirlarindan ve pacavradan tabii, keh keh...eski bir kitabin sayfalarini cevirirken onun bir zamanlar bir totyu isittigini unutmayalim...Iyi kagit elde etmenin bir suru de kurali var, yok eski pacavra'yi yenisiylen kullanmayacaksin filan.

Iste efenim o nedenledir ki kagit degirmenleri kenevir ve keten ekilen tarlalara da yakin olmali...

Ahh...pacavra toplamak ne buyuk kavgalara sebep oluyor. Bir ara pacavra ithalati yasaklaniyor, 18. yuzyilda...

Ancak 1860'da seluloz teknolojisi geliyor da, milletin kirli camasirlari ve tabii bizim parmak uclarimiz kurtuluyor ...
Oggggggggggk demeyin, medeniyetin temelinde kirli donlar var...belki de o yuzden bir turlu toparlanamiyoruz:))))))))

Saturday 28 February 2009

MIYAV

Maria Helena Vieira da Silva, "Biblioteca", 1949


akşama davetim var hazırlanmam lazım...
eve çeki düzen vermem, süsleyip püslemem lazım...
arşiv analizi yapıp Febvre'yi yarılayıp, osmanlıca en az on satır çözümleyip, tasavvuf kitabından bir bölüm daha bitirip, zaman çizelgeme eklemeler yapmam lazım...
LAZIM...
Ama gözlerim takılıyor. Bir noktaya. Oturmak istiyorum ve doğru yere oturursam akşama kadar gözlerim tek noktada düşünebilirim. Ara ara çay yudumlayarak. Mesela yeni ve hızla bitirdiğim Masumiyet Müzesini evirir çeviririm kafamda. Yeni yeni öğrendiğim ve Osmanlı İmparatorluğu'nu anlamak için şart oduğunu düşündüğüm sufi öğretisinin hayatımdaki izdüşümlerine bakarım, kendi inanç sistemimle karşılaştırırım, ekler, çıkartırım. Her tip mistik düşünce yapısında hatırlamaya ve zikr yada mantraya ne kadar önem verildiğine bir daha şaşarım. Bunların müsebibi Eflatun işte diye düşünürüm. Bu halimle kendimi özellikle Avrupalı hanımların anılarındaki oryantalist prototipe benzetirim: hiçbirşey yapmadan, çubuğunu tüttürerek sürekli divanında uzanan Osmanlı. Sonra aşka geçer, Kemal'in neden Füsun'a bu kadar aşık olduğunu merak ederim, anlayamayışımı romantik olmayışıma bağlarım, bin türlü şeyi bağlayıp durduğum gibi...Severim ben bilgilerimi biribirlerine bağlamayı, onlarla oynamayı, şu dosyadan çıkartıp bu dosyaya koymayı, aralarına köprüler kurmayı..Hele apayrı gözüken iki bilgiyi pembe kurdelayla fiyonkladım mı, işte o zaman değme keyfime... connections yani beynimin çikolatalari...

Yok kendimi allame-i cihan falan sanmıyorum elbet. Ama öyle bir gün. Beynim çam ağacı ,düşüncelerim/bilgilerim/yeni edinimlerim rengarenk, şekil şekil süsler...oynayasım/ oynaşasım var...

Ammmmmmmma çek gözlerini o noktadan, yer çekimine karşı gel adeta ve harekete geç mon ami....yapacak dağ kadar şey var. O dağ da Hira dağı değil most obviously...

Thursday 26 February 2009

ISTANBUL IN THE DAYLIGHT

Sevimsiz bir gündü dün. Havanın ta kendisi gibi kara bulutlu. Önce bir arkadaşımın anneannesinin cenazesi, sonra THY uçağının haberi, en son da otobüste şahit olduğum insanlık dramı...Allahtan araya serpiştirilmiş küçük nefesler de vardı , biraz olsun gevşeyebildim.

Bir kere üniverste'ye gitmiş olmak, o harika manzara, tertemiz hava, ayaküstü yapılan illaki zekice esprilerle bezenmiş ilim irfan sohbetleri, kafası dolu insanlar, ehli keyif hocalar ve dünya tatlısı gençler...beni rahatlattı...
Sonra eve gelip, kızımın boynuna burnumu gömmek ve öylece kalmak....
Sonra akşam lezziz ev mantısını şen şakrak, keyifli, ufku geniiiiiş bir arkadaşımın da eşliğinde kalabalık bir masada yemek...ve tabii sonra yeni favorim zencefilli/tarçınlı/ballı süt eşliğide uzuuuuuun, rengarenk sohbet...
Bunlar olmasa gün çekilmezdi...
Çünkü:
Universteden otobüse bindim. İnsanın içine işleyen soğukta vasıta ve yer bulabidiğime şükrederek oturdum ve kitabımı açtım. Birden bir ses yükseldi, çocuklar kendi aralarında şakalaşıyor sandım. Hayır, genç, iriyarı bir çocukadam katılarak ağlıyordu, bir yandan da özetle şunları söylüyordu... daha doğrusu hıçkırıklarının arasından söylemeye çalışıyordu. Evde bebeği açmış, eğer bugün de küçük tüp, bebek bezi ve bebek bisküvisi almazsa karısı onu boşayacakmış. Ara ara inanamazsanız lütfen hepbirlikte evime gidelim, bebeğmi görün, halimizi görün diyor. Ara ara ayagınızın altı öpülücekse öpücem, yalanacaksa yalayacağım diyor. Otobüs ahalisi donmuş durumda. Sonunda yaşlı bir kadın evladım kendini topla dedi, biri yer verdi ama adam arkada ağlamaya ve yalvarmaya devam ediyor. Öyle bir eşiği atlamış ki , katman katman savunma mekanizmalarını, ego duvarlarını öyle bir dağıtmış ki, toparlanması çok zor artık. İngilizcesi 'he lost it' ...
Elimde olamadan gözlemliyorum otobüsteki diğer insanları... Bir grup inanmıyor, yüzlerinden belli. Bir grup inanıyor ama yardım edecek imkanı yok, çaresizce önüne bakıyor ya da fakirliğin tecrubesiyle yol yordam göstermeye çalışıyor: kaymakamlığa git evladım oradan yemek verirler çocuğuna diyor. İçimiz biraz daha sıkışarak öğreniyoruz ki kaymakamlık sadece kömür vermiş ve göndermiş adamı...Bir grup inanıyor ama nerdeyse bir protestan ahlağıyla, insan ne ekerse onu biçer diye düşünüp, ben de zor durumdayım, bana ne ödesin hatalarının bedelini şeklinde yüz buruşturuyor...Bir grupsa bu adam deli diye düşünüyor, hatta çekiniyor
Bense ortaya karışık... hepsi bırer ihtimal olarak aklımda beliriyor. Ama baskın düşünce şu, bu çocuk ya uyuşturucu müptelası yada hakikaten bebeği aç. Bebeğin açsa herşeyi yaparsın çünkü. Ego, saygınlık, karizma herşey buharlaşır gider. Başka çaren kalmamışsa, otobüste de ağlarsın, ya...neler neler yapmazsın...
Bir parça para uzatıyor azınlık bir yolcu ve ben de...Parayı alırken o kadar utanıyor ki kendimi bölük pörçük herkese olabilir derken buluyorum...her ne demekse
Kazık mı yedik....aptal olma riskini herzaman insaniyetsiz olma riskine tercih etmişimdir. İnşallah çocukadam bir Oscar performansıyla numara yapmıştır da ben kazık yemişimdir. Çünkü diğer ihtimaller aç bir bebek yada uyuşturucu için kıvranan, bir yerlerede yolunu çok fena kaybetmiş genç bir insan...
Yolun yarısında indi, omuzlarının hareketinden anladım, deriiiiiin bir nefes aldı. Geçirdiği sinir krizi onu uyuşturmuş olmalı... Yavaşça yürüdü ve üst yolun parmaklıkarına dayandı, alt yoldan geçen arabalara bakamaya başladı, atlamayı düşündü mü...Bilmem, otobüsün hareketiyle hayatımızdan çıktı...

Sunday 22 February 2009

ISTANBUL BY NIGHT


Dun aksam bunca ev saksiliginin acisini gecelere akarak cikarttim:))) W Hotel'de bar ve aksam yemegi keyfi??? Kuzen bana parlatmisti, muh-te-seeeeeem bir mekan diye...
Neyse taktim, takistirdim, saclar, havalar, tek omuz elbise ve ben bir parfum bulutu icersinde yuzerek vardik dest-i nasyona (kih kih)...
Sevgili arkadasim barda yer bulamamis, oradaki kucuk cumbamsi divan koltuk arasi seylerden birine ilismis. Ben de ilistim ve fakat sirt dayaymiyorsun, sirt dayamak icin illa ki harem kadinlari gibi uzanmak sart. Eh biz de saglam keyif p. iyiz ya, ickiler gelince oyle iskemlede yarim popo dikilir gibi rahatsiz oturmaktansa uzaniverdik, ay ama o da rahat degil. Boyle los bir ortam ama fazla kara, bir de tam barin onu yol gecen hani gibi, surekli restorana cikanlar, ineneler filan, bir garip...
Neyse bir sure bar sohbetinden sonra yukari restoran'a ciktik. Hemen yemekler ismarlandi, makul surede de geldi. Antre'ler gayet lezzizdi. Ama ne yazik ki ana yemekler son derece siradandi. Hatta ben benimkini yiyemedim. Arkadasiminkiyse ayni wagamama kare lomen tadindaydi, tabii ki on misli bir fiyat esliginde...
Dekorasyon da bana gore oldukca iticiydi. Ya kirmizi tugla duvarla, bordo kadife cicek deseni kabartmali duvar kagidi gider mi??? mumkun mu??? Yemek boyunca bu tip birbirine yedirilememis, kopuk kopuk duran ayrintilar gozume atladi durdu.
Musterilerin cogu ama hakkaten ezici cogulugu ergen genclerdi, babalari gayet iyi harclik veriyor olmali...Onun disinda da gene garip ve kopuk kopuk insan gruplari vardi.
Fiyat da ne yemege, ne ambiansa, ne de hicbirseye degmeyecek bir kivamdaydi.
Yani fuzyonsa kimse Changa'nin eline su dokemez, fiyatlar da uc asagi bes yukari ayni
Eh! Neyse ki biz cok konustuk, bol gulduk, pek eglendik...
En son asagidaki korkunc yastikli kralice koltuguna attik kendimizi. Girenleri seyredip eglenitoruz, kapida kimse olmadigi icin insanlar bize birseyler sorup duruyor. Derken bir kizcagiz girdi, insan o kilikla agustos ayinda donar. Ama komik olan ayakkabisi. Onu -arkasi bantli ama bu kritik durumda dahi ayakkabi buyuk. Yani kizin topuguyla aykkabinin arka bandi arasinda iki parmak bosluk var, oyle de yuruyor helal olsun. Akabinde arkasindan bir erkek ayakkabisi girdi, ayakkabinin burnu pinokyo'nun burnu gibi, uzayip, gidiyor, gozler yatay duzlemden dıkeye gecemıyor bır turlu...Arkadasim bu otekinin devami mi dedi.. orada kopmusuz...
Evet, mujde, gecelerin gizli gozu olarak acimasiz mekan/ insan analizlerim devam edecek...
Eve dondum, rahat pijamalarimi, kalin coraplarimi giyip 'tarihin arka odasini' seyre daldim... ki o da bir alem. Bardakci , guzel ama bilgisi kit ve konusamayan ve ikide birde susturduklari Batu ve cok bilen ama karizmasiz ve ikide bir ayar verdigi Erhan Afyoncu arasinda sen sakrak -hakkaten arada ud caliyor ve sarkiyi soyleyen kizcagiza da ayar veriyor- ki bu insanlar da niye bunca ayara/ azara katlaniyorlar o da ayri bir sorunsal- govde gosterisi yapiyor. Ama hakkaten Bardakci da, Afyoncu da son derece bilgili, belli ki bayagi arsiv tozu yutmuslar onlari dinlemek cok keyifli. Cok gec ama tavsiye edilir...ozellikle ohhh rahat pijama, bol corap ve cay esliginde...

Tuesday 17 February 2009

SUMUKLUBOCUK


Breh, breh, breh...Hala mi iyilesmez insan???
Gerci ates dustu, burun silme frekansi da yirmi saniyede birden, iki saatte bire dustu.

Ama su an pacavra gibiyim hakkaten. Kendimi burusturup burusturup attigim mendiller gibi hissediyorum.

Soz veriyorum kendime, artik hava durumuna gore giyinip disari cikicam. Kizima bu konuda dirdirladigim herseyi kendime de virvirlayacagim...aman sende bana birsey olmaz, bkz: son on senedir tas gibiyim, atesim bile cikmadi argumani da artik caresiz rafa kaldirilicak.

Aslinda hersey yoga'nin sucu. Abarttim ben, yok yoga yapaliberi artik usumuyorum, yok cok daha rahat regl oluyorum, aman ne kadar sakinim derken ubermensch filan zannettim kendimi herhalde. Ve fakat nirvana'nin yollari tastan...anlasilan

Butun bunlarin yanisira evde garip seyler donuyor. Kizimin iki adet, yeni gelmis ve evden hic cikmamis nota kitabi kayip. Odasini , kitaplarini ve aslinda evin butununu yeni tanzim ettigim icin biliyorum: yoklar. Hayatin gunluk akisindaki aciklanamaz ve fakat cok onemsiz olduklari icin de muhimsenmeyen olaylar sisilesine bir yenisi daha eklendi boylece? Calindi desem, hem demem, hem kim ne yapsin nota kitabini??? Bilmiyorum, nerden baksan esrarengiz:)))

Friday 13 February 2009

BEN SANA DEMISTIM....







Offff...Iki gundur evdeyim. Sonunda etrafta bolca dolasan serseri viruslerden biri bana catti. Ancak viruslerin de gunahini almayayim, kac gundur havaya bahar gelmis muamelesi yapip, o sekilde disari firlayip, birkac kere donma tehlikesi atlatmis olmamin da alakasi olabilir hastaligimla. Gecelim.

Thursday 12 February 2009

KOPUK DIYARI VE COK SINSI BIR ANNE

Benim bayilarak aldigim minimalist dusumu sevmiyor. Tercihi anneannesinin kocaman banyosu. Bugun kapagi oraya atti. Anneannesi de mutlu, memnun kopuk sisesinin yarisini dokmus suya. Goruntunun guzelligi uzerine ben de cagrildim yan daireden feryat figan.
Baktim kopukten kendine bir firavun sakali yapmis, basinda bonesiyle kopuklerden yukselen Venus pozu almis gulumsuyor.Kendimi tuttum, banyodan acele cikartip yemedim onu . Anneannesi debir yandan meyva suyu ve tost gonderiyor benim tirsi kizimin agzindan iceri firsat bu firsat ...Ben yanimda kediyle gelmisim biraz mekan degistirsin, hava alsin hayvancagiz diye. Yan odada da babamin papagani gene kafesini acmis, disarlarda. O sirada "kapiyi acma kedi kacmasin, aman papagan" bagirtilari arasinda Emsal giriyor banyodan iceri, neymis bakkal defteri yazilacakmis. Bir o eksik.
Bu kargasada kasinti tutu totoyu...sanirim anneannesinin abarttigi kopuk miktarindan. Apar topar cikardik firavunesse'i kopuk diyarindan...
Gecenlerde yapmis oldugum balik corbasinin meyvelerini topluyorum. Aksama balik corbasi yapiyorum istermisin dedim ve nefesimi tutuup bekledim. Cevap cok net bir booooooggggkkk oldu. Haaa o zaman balik mi yapsam acaba dedim. Evet, evet balik, anne ne olur balik istiyorum dedi. Balik hakkinda ilk defa boyle sevgi dolu bir cumle kuruyor, gozlerim doldu. Nihhaaahoooooohaaa ... Bu balik sorunu da boylece cozuldu...

Tuesday 10 February 2009

SHAKESPEARE, SONNET 116


...love is not love which alters when it alteration finds
or bends with the remover to remove
oh! no it is an ever fixed mark
that looks on tempests and is never shaken...
Dedesi simdi anlatiyor kahkaha sultan'a, benim kalbimde bir oda var kirmizi kadifeyle kapli duvarlari, yumusacik kadife divanli, puf yastikli, kalbimin en guzel odasi, iste orasi sana ait diye. Buyrun bakalim, eskiden bana anlatilirdi bunlar, daha gencini, guzelini bulunca guvenilmez bu erkek milletine:)))
Siiri cevireyim dedim ama kotu oldu, artik idare ediniz luften:))
...degisimle degisen gercek ask degildir
yada bukulup koparanin elinde kalan
ah hayir...o asla cikmayacak bir damgadir
siddetli firtinalari seyreder ve asla sarsilmaz

Monday 9 February 2009

PAST IS A FOREIGN COUNTRY




Babamı düşününce bazen aklıma Boticelli'nin Primavera tablosu geliyor. Nasıl o tablodaki Chloris'in agzından cicekler dökülür, babamın da nereye gitse ellerinden etrafa hayat ve yeşil yayılır. Hemen dev-minik, çesit çesit bitkiler, mis kokulu cicekeler,balli meyvalar, gölgeli palmiyeler, binlerce küçük kaktüs, zümrüt sarmasiklar, zarif havuzlar, serin fıskiyeler , yosunlu balüstratlar ve bunlarla hayat bulan cıvıltılı kuşlar, rengarenk böcekler , çinli kirpiler, ve illa ki ve harzaman bahçenin ruhu köpekler (onlardan kaçan ve ne yazık ki bazen kaçamayan kediler) sarar etrafımızı. Babamın florası icinde aslında uyuyan güzeldeki gibi ormandan bir zırh oluşur hayatla aramızda ve biz hep biraz da büyülü, ferah ve pırıltılı bir masal dünyası/ bol ağustos böcekli bir yaz gecesi rüyası icinde yaşarız.
En sert ve ısırgan hayvanlar babamın yanında kuzuya doner. Eminim bir gün Nil nehrinde yolunu kaybetmis bir timsah bizim evin önüne parketse kısa zamanda babama karnını kaşıtıcak kıvama gelir. O da bir cicikodur.
Bir de şaman elleri vardır, her türlü ağrıyı kesen. Ben hamileyken dogum sancılarımda sıcak ve kocaman eli beni iyi etmis, huzur vermisti, daha guclu girebilmistim doguma sayesinde.
Ama babami bundan ibaret sananlar fena halde yanılırlar. Cunku ayni cok sevdigi ve cogalttigi doga gibi onun icinde de birdenbire ortaya cikan sarp kayaliklar, hirpalayan firtinalar, sarsici acimasizliklar vardir. Cok buyuk sertlikler ve cok buyuk toleranslar babamin karakterinde birbiriyle catismadan , rahatca yanyana otururlar. Katman katman gorkemlerin ve gorgulerin, cetin duvarlar, mana verilemeyecek acimasizliklar ve yakici bir baba-ogul iliskisiyle carpistigi, kendi deyimiyle midesini patlatacak kadar zor gecen bir gencligin/mucadelelerin sonuclari olsa gerek.
Kilit isim dedem. Gectim babami, benim bile hic tanimama ragmen garip bir hayranlik/ nefret iliskisiyle bagli oldugum ve deli gibi merak ettigim adam. Kucuk babama cektirmis oldugu acilarin burnumun diregini sizlattigi, icimi yaktigi, babam onu hic yargilamadan anlattikca hala gozlerimin dolmasinin musebibi adam...
Neden bunlari yaziyorum. Cunku dun babam bana guzel guzel Bogazi anlatti. Yillar oncesinin Bogazi. Aslinda dedemin arkadasi olan Suleyman Dirvana'yi anlatiyordu. Herseyiyle kendi yaptigi, cerrah elleriyle diregini bile mukemmelen kendi oydugu yelkenlisiyle sanki motoru varmiscasina o cetrefil akintilarla nasil basa ciktigini ve tabii Bogaz'dan pek eksik olmayan gonul maceralarini tatli tatli anlatiyordu. O anlattikca benim kafamda tavanarasina kaldirilmis cocuklugumun Bogazinin resimleri, kokulari, tatlari, insanlari ve nedense Bogaz'in cesit cesit akintilari birer birer kipirdandi, esnedi ve canlandilar, babamin hikayesine eslik ederek keyifli bir gecit toreni yaptilar.
Sonra Dirvana'dan babasina gecti babam. En son cok aci geldi. Babamin babasinin basinda bekledigi. Dedemin cigerine bagli balonun gittikca daha az sismesi ve cocuk babamin tek basina kimbilir ne kadar korkmasi ama gene de orada kipirdayamadan oturmasi. En buyuk ideali icinde rengarenk, sekil sekil, isik vurdukca kimi eflatun, kimi nar kirmizisi, kimi yildizli gece gibi parlayan parfum siseleriyle bezenmis bir dukkani olmasi olan bir cocuk...icinde cogunu babasinin yaratmis oldugu ıncelıkler ve cam kiriklariyla uslu uslu oturup babasinin olumunu bekleyen babam cocuk.
O sirada her acidan kaba bir insan olan metresin asagida son esyalari da kapip goturmek uzere denkliyor olmasi. O sirada bir zamanlar buyuk bir ask sonucu Heidelberg'den gelmis ve savasta butun ailesini kaybetmis, vatandasliktan atilmis babaannemin uzakta ve kimbilir kalbi ne kadar kirik ama herzamanki gibi sessiz, sedasiz, disiplinli bekleyisi...
Bir de ustune babam bizim artik restoran olan evimize gitmis bir gurmenin yorumu okudu: kimbilir bu evde kimler neler neler yasadi gibi birseyle bitiyordu. Evet, bir kismina benim de yetistigim cok sey, dolu dolu sey yasandi o evde ve etrafinda...bugunun dunyasindan fersah fersah uzakta.
Iste diyorum cok geldi, bu yasimda kucuk kizlar gibi kapandim agladim banyoda, burnumda eski evimizde bana ismimi veren sarmasik Yaseminlerinin kokusuyla...

Saturday 7 February 2009

VAN MINUT!!!


Krushev 1960'da bir Birlesmis Milletler toplantisinda Filipinli delege Sumulong'u once elinin bir hareketiyle ama nasilsa degmeden kursuden itiveriyor. Sonra da adamcagiz konusurken protesto etmek amaciyla masasini yumrukluyor ve fakat hizini alamamis olacak ki ayakkabisini cikartip masaya onunla vurmaya devam ediyor. Bu olay da politik/diplomatik tarihe shoe-banging incident olarak geciyor.

Bilmiyorum, image maker'lari, remmalleri ne der ama basbakanimiz birdahaki sene de Davos'a giderse ben kendisine boyle bir stil oneriyorum. Hem diplomatik literaturde yeri var, hem de bu ayakkabi isi zaten Bush'a firlatilan terlikten sonra oldukca in. Pek stratejik olur....pek.

Friday 6 February 2009

FIRTINAYA ILAN-I ASK



Buyukadadayim. Nisf-ul-leyl. Disardaki hircin ugultu tanidik. Firtina geliyor. Agaclar once yavas yavas, sonra delice dansetmeye basliyor. Pencere ardina kadar aciliyor. Ruzgar daturalarin, camlarin ve denizin mis kokularini harmanlayip, sertce yuzume carpiyor. Biliyorum bu bir davetiye. Usulca cikiyorum disari. Kendimi firtinaya birakiyorum, beni de sarip sarmalasin diye. Ruzgarla birlikte gizli yerimize suzuluyoruz. Kopekler benden once davranmis ve yerlerini almislar, aralarina oturuyorum ve birbirimize degerek seyretmeye basliyoruz. Rihtimdaki kayalarda dalgalar patliyor, beyaz kopukler saciliyor etrafa. Gokte simsekler akiyor. Hersey cilginca ordan oraya savruluyor. Ritim allegrodan, prestoya sicriyor. Delice bir tasavvuf nesesi icinde hersey. Once minik minik, sonra hirpalayan damlalar dusuyor uzerimize. Kopekler islanmayi sevmez, kaciyorlar. Ben yagmurun altinda donup duruyorum, bahcedeki koca camin govdesine sariliyorum, islak yapraklara yuzumu suruyorum. Biliyorum ask bu…Ben bu aski biliyorum...

YETMEDİ...



Uc haftadir birlikteyiz. Bizim semester tatili kayak kampi sebebiyle bir hafta once basladi.
Ilk haftamiz dagda, piril piril gunesin altinda , mis gibi havayi cigerlerimize doldurarak, diger birsuru anne ve kuzusuyla eglenerek gecti. Kizimla kaydik, telesiyej sohbetleri yaptik. Ayrica kizim dagda langirt denen cocuk mikdanisini (toto'ca miknatis) kesfetti ve sonra habire jeton aldik. Kamp hayati annelerin/babalarin ve hocalarin keyifli sohbetleri sayesinde onikileri vuran gece hayatina donustu ve tabii cocuklar cilginca eglendi. Ama en unutulamazi otelin lobisinde - geceyarisi- kizim ve cimnastik hocasi arasindaki yarisma oldu...hocasi popsunun uzerinde hop hop ilerleyerek ve gobisini yilan gibi kivirtarak gecenin tartismasiz yildizi oldu.
Sonra bebegim ilk ilkokul karnesini dagda aldi, bir kere daha gurur ve sevgiyle gogsumuzu doldurdu.
En guzel anlardan biri de donus yolunda Iskenderleri hupletmek oldu: ben bir tane daha yerdim, icimde kaldi:))) Ah bu arada harika bir yidiz ve ay kabartmali bakir imbik aldim, hem de ne kadar ucuza...
Yorgun, argin ve mutlu eve dondugumuzde biricik arkadasim Ceydi coktan onumuzdeki hafta icin bickin bir plan yapmis ve birsuru bilet hazir etmisti. Evet, itiraf ediyorum, keyfi ve agir hareketlerimizden dolayi bu plani tam izleyemedik, ama elimizden geleni yaptik. Mesela, golge sergisine gidemedik ama Loft'da yemek yedik. Selim III'cugumu kacirdik ama Yerebatan'a ve Kitapevi'ne gittik. (Ayrica ben cok guzel bir ruj, bir de kupe aldim). Lars, Dero ve Ceydi Bugs Bunny on Ice 'a gittiler, ben aglayarak:)) Osmanlica kursuma. Ama Is Bankasi maske workshop'unda hersey yolunda gitti, ona da cocuklar cok bayilmamis, iyi mi... Aaa, hatta bir ara Belgrad ormanlarinda da yuruduk...
Sonra kizim ve Heso ile Despero'ya gittik , bayildik. Arkasindan ask sultan nasil olduysa kocaman bir pizza'yi mideye indirdi...
Kizim ne yazik ki jimnastik antremaninda hocasindan agir bir grip virusu kaptti ve boylece ucuncu haftamiz, daha cok evde gecti. Olsun biz de misafir cagirdik. Hem dunyalar tatlisi hocam da geldi. Tarih grubu hep birlikte Uc Istanbul'u seyrettik. Lara bizim icin boyle soslu filan harika bir kek yapti. Cok tatliydi, herkese kibarca merhaba dedi sonra Emsal ablasinin yanina dondu. Bizim edepsiz cirtlak sokak kizimiz Pixie'nin kizimdandan cok ogrenecegi cooook sey var. Kihladi durdu misafirelere...Biz de Emsal'le orduyu doyuracak kadar yemek hazirlamisiz, cogu kaldi valla...
Kac gundur evdeyiz ve devamli dip dibeyiz . Sorun cikiyor mu cikiyor. Bazen cok aksilesiyor/asilesiyor, simariyor, bir turlu odev yaptiramiyorum ama en fenasi yemek yediremiyorum. Her yemek icin en az elli kere lutfen yemegini yer misin diyorum ve sesim gitgide tizlesiyor. Her minik porsiyon yaklasik bir saatte bitiyor. Bugun bagsikligi kuvvetlensin diye balik corbasi pisirdim( tarifini ev cininden aldim, buradan binlerce tesekkur, harika oldu). Ben tarife biraz da tarcin ve zencefil ekledim. Ozendim, bezendim. Kizimla birlikte pisirdik, ustelik. Hakikaten lezziz oldu, icim titriyor ki yesin, biraz guclensin. Nasil zor yiyor, cizgi filim pazarliklariyla filan, her agzina giren kasikta tiksinme titremeleri yapiyor . Aklima Gazze'deki cocuklar geliyor, ben de sinirleniyorum bu monserlige(bilincalti bu lafi paste etti tak diye buraya tabii)
Neyse aksam da kavga ettik uyumamak icin elma isterim diye tuturunca. Saat olmus yuz bin, yanimda gitgide doz arttiriyor, once elma istiyorumu biteviye tekrarlamalar, sonra yatakta ziplama, en son yastiga vurma ve ses perdesini sinira tasimayla annenin asama asama ulastigi sinir kresendosu. Birden hirlayiverdim hemen yatagina git diye. Ama gercekten hirladim . Kopek milletiyle cok samimi olmaktan herhalde, bazen otomatigim kopek tepkileri oluveriyor iste. Yok, henuz kimseleri isirmadim...
Egzibisyonist aglamalardan sonra araya dayinin girmesiyle sekerpareyi tekrar yanibasimda yatarken buldum. Gozgoze bakistik uzun zaman sonra ask sozcukleri dokuldu agzimdan, baristik ve uyudu Ask Sultan...
That is my side of the story, kim bilir o bende nelere sinir oldu, neleri alttan aldi, bir de onu dinlemek lazim..
Sagolsun Banu ve Zeynep, yogalari sayesinde sinirleri alinmis lakerdaya donuyorum-bir de biricik dostum Sirmis sayesinde(bu o halim). Ayrica kizimla da Gravity and Grace dvd'si aldik, sabahlari onu yapiyoruz. Dugumlenip, dugumlenip cozuluyoruz ve cok guluyoruz. Bu kadar gevsemesek bir de, neler olacakti kimbilir:)))
Demem o ki yakinda okul baslayacak ve uc haftayi dip dibe gecirdik, cok gulduk, eglendik, endiselendik ( atesi 39'a cikti), kavga ettik, baristik, hayranlikla Planets seyrettik ama ben DOYAMADIM KIZIMA. Baslamasin okul...biz iyiyiz boyle dip dibe, cok egleniyor, pek sevisiyoruz. Daha cok arkadas oluyoruz gitgide...
Bir de bana cok iyi geldi tatil, uzun zamandir Osman I ve Osman II'nin ruyalari dolayisiyla uykusuz ve ruyasiz kalmistim... kiii dun aksam harikulade bir ruya gordum...
Tek yandigim: Adaya gidemedik, kuzen ve yegeni goremedik, tel kadayif yiyemedik..Neyse ki bahar yolda, yasasin:)))
Simdi anneanne/ dede uzun tatilden donuyor bu gece gec. Kizim nasil ozledi dedolyasini, ananesini...
Not: huzune uzum diyor...bır de kalanizasyon . O kadar seker ki bu yanlislar anne dogru mu dediginde hi hi diyorum. Kotuyum:))Ahh bir de kamlumbagaya kaplunu deyisi vardi ki, Turk Dil Kurumu'na gidip hayvanin adini bu sekle cevirmek icin dilekce veresim gelirdi, duzeltti coktandir....

Sunday 1 February 2009

PLANETS




I am in awe. Yes, that is exactly the right wording: AWE

Yesterday after a heavenly yoga and a most entertaining meyhane session with most interesting friends and a talk that streched minds, I returned home.

At home, in a totally alone night, I closed all the lights and submerged myself into darkness (well, unfortunately u can never get total darkness in a city) and observed myself taking pleasure from the new sense -balance brought about by the loss of my eyesight. My other senses immideately got sharper trying to compensate, but mostly the ears took over.

Then, I put on "The Planets", a documentary of BBC. I think I was totally taken in for the next two hours. I only remember myself being very much moved by the mystery, by the uncomprehensible beauty and...really, my thoughts defy any translation into words. Watch for yourself!


I felt proud of the human effort, intelligence and curiosity and my God, the perfection and beauty of all those calculations. If I had `known that mathematics and physics were the languauge of the universe, than I would have studied MUCH more in my science classes.

I think that the scientists that can get into the vibe of the universe are chosen people. I wish very much that I could have closed the door of my labaratory to the rest of the world and then get lost among the stars and planets, through and through. How I would have loved to have acess to all this data, how I would have loved to be there among all those lucky people who can evaluate the transmitted information.

Well, it is too late now. And after all I am, in fact very happy with my cup of tea, history:)) Still I would be most happy if my daughter worked in NASA or LOS ALAMOS (my genius brother worked there for a while) or CERN.

Wednesday 28 January 2009

GRAIN OF SAND

(Ustteki resim Namibia'da Skeleton Coast'tan alinmis bir kum tanesinin binlerce defa buyutulmus hali. After all, Sir William is right, there is a world in a grain of sand)


T o see a world in a grain of sand
and a heaven in a wild flower,
hold infinity in the palm of your hand,
and eternity in an hour


Bu siir aklima saclari birbirine karistiran, yerden toz kaldiran, ruzgarli, sedid, hircin ahhhhhhhh ama ne kadar guzel bir Buyukada gununu getiriyor hep...Ozledim ben cok, pazartesi yolcusuyum ama zaten hep meftunuyum.

Pazartesi: ruzgarli camlar arasinda uzuuun bir yuruyus, eve ugrayis, kopekleri koklayis (abarttim, pof hakkaten, iki koca kurt kopeginden bahsediyoruz burda), klok klok (kizimca at arabasi) veeeeeeeee Lido'da sonu demli cay ve tel kadayif ile biten ziyafet gunu... Ama isin asli birtanecik kuzenim Sibel ve dunyalar tatlisi yegenimi gormek. Bu tatli bonbonlarin, sekerparelerin seyrine dalmak...bir de o tatli cocuk Ingilizcesiyle miyav miyav konusmuyorlar mi kendi aralarainda...
Ya yagmur yagarsa peki? Adam sende, kotu hava yoktur, yanlis kiyafet vardir..ayrica eger kendinizi eriyecek seker adledmiyorsaniz yagmurun da apayri bir keyfi vardir. N'est pas???
Kendime soru: Venerable Yasemin, acaba , tel kadayifi mideye indiridikten sonra, Buyukada pastanesinden bir de lokumlu kurabiye almak edepsizliginde/iradesizliginde bulunacakmisin???Merakla bekliyorum....

Monday 26 January 2009

Himmm...
Istanbul gri, ruzgarli.
Ama martilar, kucuk dalgalar, kugu vapurlar, birdenbire baslayan- birdenbire biten yagmur ve lezziz karides salatasi Istanbul Modern'de tarihi yarimadaya karsi...ve arka fonda cocuklarin tatli miriltilari (yazinin gidisine boylesi uyuyor elbette ama asli, siz veteran anneler coktan caktiniz tabii, kulak tirmalayan bogurmeleri...) ve cok hayata dair bir sohbet
....gri baslayan gunun isik huzmeleri, piriltilari...

Tuesday 13 January 2009

NARNUR HANIM FIRKASI PASIF DIRENIS HAREKETI




Hedef yatis saatimiz 8.30, degil mi???..

Bir direnis ki teskilat-i mahsusa halt etmis. Kendi icinde hucreleri var, biri anne tarafindan kistirilinca hop diyeri piyasaya cikiveriyor.. Bu akla zarar stratejilerden sadece 1 kismi:

sorulan envai cesit soru,

o saate kadar hic de umurunda olmamis ama meger onu okulda ne kadar da cok kirmis bir olayin anneye miril miril anlatilmasi (annenin butun kalelerine ve tersanelerine coktan girilmis tabii),

balli sut, bir daha balli sut ve ustune su (tabii gece alinan bunca sivinin da bize yol, su, elektrik degil de baraj golu olarak donmesi),

benim masal okumamdan sonra onun bana masal okuma seanslari...

ha bir de bir turlu dis fircalayamama ve pijama giyememe...

Hedef saatimiz 8.30 tarihin uzaaaaaaaaaak bir parcasi oluveriyor birdenbire...
Okulu da cok uzakta..neyse girmeyeyim bu konuya hic, sinirlerim bozuluyor...

Friday 9 January 2009


Aaaaaaaarrrrrrrrrggggggggah...calisamiyorum. Hicccccc...Deveyi hendekten atlatip, kizimi derse oturtuyorum ama utanc icinde cunku annenin de calismasi lazim ve anne HERR bahaneyle kaytariyor. Malum o da bir taraftan ogrenci...ve fakat ne bicim ogrenci???Istiyorum ki biri benim de basimda dursun, zorla calistirsin..Hello!!! artik bu yasta o kisi de ben olmaliyim, degil mi????Olgunluk, sorumluluk vs..., nereye gittinizse/kactinizsa acil geri donun...I. ve II. Osman'in ruyalari bizi bekliyor...We have a DEADLINE for God's sake....

Ben biliyorum bu miy miy havalar yuzunden hersey. Etrafimdaki herkes evine hatta yatgina cekilip mumkunse bahara kadar orada kalmak istiyor... kuzum mumkun degil mi boyle 1sey acaba???
Miyav...

Thursday 8 January 2009


Iki gundur evdeyiz. Ask Sultan hasta. Orta kulak. Ne yazik ki antibiyotik. Ana okuluna giderken nice orta kulak baslangicini ve belki orta hallisini dinlenerek ve iyi beslenerek atlatmistik. Alernatif tipcilarin cogu orta kulakta antibiyotigin ancak cok ileri vakalarda kullanilmasindan yanalar. Ben de kullanmazdim, ilkokul rutuni, servis ve aktivite yorgunluklari ustuste binip bagisikligi dusurmeseydi...Ama hissediyorum su siralar bebekaskim cok yorgun. Azaltmak lazim aktivite trafigini..Ama nereden budayacagimi bilemiyorum...oyle yetenekli ki, ogrendigi her yeni sey onu o denli zenginlestiriyor, tabakalandiriyor, gozlerini parlatiyor ki ... Hicbirine zorla goturmuyorum zaten, kendisi iple cekiyor...Bilemiyorum...Iyi ebeveyinlik (ne uyuz bir kelime bu ebeveyn kelimesi bu arada...arapca abawayn'dan geliyormus, ebu baba demek, abawayn'le anne-baba kastedilse de aslinda cift baba gibi gayet sovenist bir acilimi var) bence cocugun potansiyelinin katmer katmer cicek acmasina olanak saglamak biraz da ....

Neyse kaptik mi dunyalar tatlisi doktorumuz Zekai Bey'den uc gunluk rapor, keyfimiz yerine geldi, anne kiz dansi yaptik muayenehanede. Bunun uzerinedir ki Zekai Bey anneligime uc verdi...Kac uzerinden diye sordum, ayip olmasin diye on ama aslinda 100 uzerinden dedi:))

Neyse kizim purr purr uyudu, pembeleri yerine geldi, mavileri koyulasti, sarilari parladi ve bugun yatagimda atom karinca gibi ziplamasindan anladim ki it is O.K...

Simdi Kahkaha Sultan, kedi ve dayi benim yatagima uzanmis vaziyetteler ve aralarinda bilin bir tek kim uyumuyor. Belirtmismiydim, minik bir samseytanidir kendisi ayni zamanda...Princess Poppy'nin mavi kitabini okuyor, yillarca bir Pinky Pinkerton olduktan sonra yeni rengi mavi ...Simdi de "bir dakika chart'ima bakicam" diye yataktan bir firlayisi var ki, sanirsin buyucu-astrolog filandi gecmis hayatinda... Takvimi kastediyor herhalde...ara tatili iple cekiyorUZ, gercekten.
Bu aksam gene uyku minnacik bana, oysa ki yumusak/sicak/huzurlu yatagim ne kadar devetkar goz kirpiyor , ustelik icinde de kaymakli bildircin var...Amaaaaaaaaa acaba Heredot'tan actigim historiografya falindan bir de Tugi cikartip, butun bunlari Genc Osman'a fiyonklayip, alakaya cay demleyebilecek miyim bakalim?????That is the problem...

Sunday 4 January 2009



kuzen capkinlik yaparken ayiptir soylemesi ben uyuyakaldim 360'da..MUESSESE ICIN BIR ILK HERHALDE...Bkz: "Annelik ve Gece Hayati:The Conflicting Domains" , coming soon to a bookstore near u...


Eh uyumakta hakliyim ama ..yukardaki goruntu bana hitab etmiyor ki..bir sure sonra- ah...gene annelik icguduleri-acimaya basladim kiza, uzerinde avuc kadar birsey, hava soguk, millet yiyecekmis gibi bakar. Zaten ben bir saat hayvanlar gibi dansettikten sonra klasik gece hayati niyadimi doldurmus, bes dakika once kendimin de icinde oldugu guruha tepeden bakmaya baslamis, boyle zip zip ne aptalca eglenceler bunlar canim moduna girmis, yukseklerden esmeye baslamistim kii ,ic sesim fazlaca ukelalik yapamaya firsat bulamadan uyuyakaldim:))


Dun tamamen kuzen Franc'a vakfedildi. Rengarenk Kapalicarsi alemi ve alem Kapalicarsi esrafi ..ki hayranim kendilerine...o nasil bir teatral yetenek, o ne profesyonel performanslar. Adam ayni anda on kisiyi uc farkli dilde idare ederken, bir de benim sarji bitmis inleyen telefonuma ince uclu "sarz aleti " buldurup, getirtiriveriyor biryerlerden. Etrafta surekli dumani ustunde tavsan caylar..(eh.. bizde Haci Muhittin'den badem ezmesi almistik, tedarikliydik:)) Bir anda 200 Euro'dan baslayan pazarliklar nasil olup bes dakikada adamina gore kaydiraktan kayip 70 Euro'ya iniyor hayretle seyrediyorum. Turistlerin cogu artik cetin ceviz, kaziklandiklarindan o denli eminler ki adam normal fiyat ceksede hizlarini alamiyorlar, fiyatlar dusuyor da dusuyor. Uzuluyorum bir yandan, taklit maklit, derisiyle, yunuyle, dikisiyle bayagi kaliteli urunler, bu krizde birazcik olsun kar etsinler istiyorum. Ve fakat isler simdiden yuzde kirk azalmis.


Neyse Kapalicarsi badiresini atlattik ve buz gibi ,yer yer karli havada, benim beloved mekanlarimda kuzenimle kolkola dolasirken burnumuz! dondu ve onu Turk Ocagina sahlep icmeye goturdum. Ne guzel adetlerimiz var iste, sogukta sahlep icmek gibisi var mi...ilk defa iciyor bayildi tabii...Neyse ben o sirada mezarlikta digerlerinden cok daha mutesasa, oylum oylum bir mezar gormeyeyim mi...tabii cikista saldirdim mezarliklara, birinin uzerinden atlayip, oburune zipliyorum mutesasa olanina ulasmak icin, bir yandan da kahkahalardan kiriliyorum. Zira kuzenim arkamdan gayet ciddi bagiriyor: "Yasemiiiin!!! Come back...you are like Morticia Adams...respect life, we will be under these marbles for eternity, life is one moment compared to it, don't spend it here.."Yok ukalaliktan kendi aramizda Ingilizce konusmuyoruz, kuzenim Italyan, en kolay boyle anlasabiliyoruz....
Mezar Halet Pasa'ya ait. Galata mevlevihanesindeki meshuuur Halet Efendi degil. Bu zati mukerrem ticaret naziri, ayan uyesi ve Cidde valisi ama oradaki butun cok onemli zevat arasindaki mezar hiyerarsisinin en tepelerinde neden Halet Pasa var acaba???? Ben de M.Cemal Kuntay'in MUH-TE-SEM "Uc Istanbul" romanindaki karaktere benzedim. Herkesin mezarinin yerini bilen bir tip. Biriyle mi tanistiriliyor hemen tanis cikiyor: "haa... bildim bildim ...sen Yanya'da bilmemne mezarliginda giristen sonraki besinci Selvi'nin altinda yatan bilmemkimin torunu degilmisin?". Bir de iskatcilar var ki apayri bir konu, onlari Huseyin Rahmi'den dinlemek lazim...
Neyse back to work....