Thursday 16 December 2010

kıl oldum abi


böyle bir şarkısı vardı Tarkan'ın...vadettiğini başarıyla gerçekleştirir, dinleyiciyi anında ve nerede, ne halde olursa olsun mükemmelen kıl ederdi...tabii bir de klibi seyredenler, görsel olarak da stimüle olup kıl olmanın nirvanasına ulaşırlardı adeta...

neyse...

kıl oldum, oluyorum, bu gidişle daha bayağı bir olacağım da var...

bu duyguya kendimi kaptırırsam ama, siz diyin satranç.. ben diyeyim tango...her ne ise taş kaybederim..sendelerim

diyorsanız ki evladım ne işin var bu yaşta böyle oyunların içinde... get a life!!!

e, ben oyun oynamayı seviyorum...yoksa sıkılıyorum...

e, Allah müstehakını versin o zaman diyorsanız...haklısınız.

ama ben kendi içersinde tutarlı bir insan değilim ne yazık ki..

sinirrrr oluyorum, sonra bakıyorum sinir olduğum şey merakımı celbetmiş, merakımı celbeden şey aklımı kurcalamış...ah zaten beyin zarından içeri sızdı mı olay...eyvah...

kurgula burgu burgu...

ben bir hamle yapıyorum, karşıda sessizlik...

ne bir at, ne bir fil...ne de piyon...

neden ...

ve benim bir sonraki hamlem ne olmalı bu durumda...

sessizlik, tepkisizlik???

action, reaction???

aslında keyifliyim içten içe,

kendi level'ımda bir savaşçı buldum diye...

beynimin karargahında oturuyorum...

önümde satranç tahtası, elimde kahve...




Thursday 2 December 2010

Dudaktan Kalbe

"For it was not into my ear you whispered, but into my heart. It was not my lips you kissed, but my soul."
Judy Garland.

Bir daha okumak istiyorum Reşat Nuri Güntekin'in "Dudaktan Kalbe" romanını...

Bir şeyler uzun zamandır ilk defa dudaklarımdan kalbime mi kaçtı ne???

Oysaki dudağımdan kalbime giden yol çetrefil, labirent, bataklıklarla, tuzaklarla dolu...aklım her an faşist bir diktatör gibi ortada..her faşist diktatörü yöneten ise kalbinin içindeki korkudur aslında...

Saturday 27 November 2010

to think about things...


Going to the island tomorrow to wash my soul


with fresh winds and pure rain drops,


with greens, blues and the unconditional love of my dogs.




to think as clear as crystall,


and as bright as sunshine..


for I am blocked...




will drink tea in the ship while I shiver...


and watch the waves as they waver...


and slowly transcend from myself to dissolve in all...






Friday 6 August 2010

SICAAAAAAAK-CİYAAAAAAAAK


Sıcak mı? I-ıh...bu yapışkan durumu anlatmak için bu kelimecik diğer benzeri bilimum sıfatlarla da desteklense yetersiz ve hatta kifayetsiz kalacak...

sanki hava 1000 ton olmuş göğsümün ve sırtımın üzerinde zıplıyor, sanki münasebetsiz biri üzerime sürekli sıcak fön tutuyor ve sanki beynimin yerine bir sünger koymuşlar...mümkünü yok düşünemiyorum, algılayamıyorum.. (soru: peki kim teslim edicek bu ay sonuna tezi???? well, that's THE question dearest)

Tek yapmak istediğim gözlerimi bir noktaya dikip, öylece oturmak. Tuvaletim bile gelmesin mümkünse...su da içmeyeyeim...peki ama bu ahval ve şerait içinde canım niye sürekli tatlı istiyor, onu çözemiyorum...

Çoşkun taşkın aşkın şeyler istiyorum: mesela birdenbire dehşet bir kar fırtınası çıksın, göz gözü görmesin...şömine yakalım, kestane yiyelim...mayodan boyunlu polarlara geçiverelim..

hayvanat alemi de gözümden kaçmıyor...mesela böcekler bir garip, kımıl kımıl ve fazlasıyla aktifler..bu sıcak onlara iyi mi geliyor nedir???

Evimizi ısrarla evi sanan bir örümcek cinsi var mesela...orta parmağımın yarı boğumu kadar...her seferinde kendisini alıp ormana atıyorum, artık o mu dönüyor yoksa yakın ekrebaları mı bilemicem gene evimde, gene evimde...European garden spider mış kendisi, google zararsız diyor, peki popomdaki kocaman kıpkırmızı ısırık ne o zamann??? gerçi ölmedim...ve anything that does not kill u makes u stronger, bakalım belki bu akşam spider woman'a dönüşür, deliler gibi eğlenirim gökdelen tepelerinde...ama o daracık duracık lateks kıyafeti giyemem doğrusu...don ve fanilalı spider woman kıyafeti yok mudur, püfür püfür ..

neyse Avrupa birliği bizi birliğine almayacaksa gelsin toplasın bu örümceklerin hepsini madem...salmasınlar buralara...

dedim beynim sünger gibi oldu diye, bu yazı da bunun ispatı işte...

Monday 14 June 2010

ÇAR-PIL-DIM!!!


Çarpıldım..

Yazma Eserler kütüphanesine gidiyordum, cerrahiyat-ül haniyye'nin peşinde...

Koskocaman sarı Park Medikal hastahanesinin arkasından

Kafamda beliren düşüncelerin keyfini çıkartarak yürürken,

Seeing a world in a grain of sand diye tebessüm ederken, birden...

Hafif bir rüzgar esti, uçucu...ve ben başımı kaldırdım

ve vallahi de, billahi de çarpıldım...

Şehrin içine sıkışmış bir başka dünya, bambaşka bir zamanın ruhu..

Bana en çok Ankgor Watt'ı hatırlattı...

Sonsuzluğu simgeleyen perdeleriyle...

İçinde iki kucak eninde gövdesiyle arz-ı endam eden ağacıyla

Koskocaman, adeta devasa mezartaşlarıyla

Küçük bir külliye...

Vahşi ve ne kadar nazik daha doğrusu nazenin...

Bahçesi secret garden yada uyuyan güzelin bahçesi.

Konuşuyor ama bilinmeyen bir dilde.

Tasavvufun ruhunun bir tezahürünü gördüm desem?



İnsanlar etrafındaki parkta çekirdek çitletiyor, yan taraftaki kafede meşrubat içiyor

Kimse ne kadar güzel olduğunun ve ne kadar çok şey anlattığının farkında değil.

Aman dokunmasınlar, bir zerresine..

Sordum soruşturdum,

İsmini öğrenemedim...

Aklıma Eliade geldi, bir düzlemden öbürüne değişen kutsallık hissiyatı...

Ben böyle doğal ve yoğun bir 'divine' görmedim...

Acayip bir yer..

Ay yada galiba ben acayibim, hahayt!!!

Saturday 5 June 2010

HIMM...


HIMM... I
Quite unexpectedly
A jewel in the middle...of the Topkapı palace!
Knowledge and a subtle perspicacity united in a delightful body:))
My God, such a rare commodity!!!
Stings of pearls dispersed
in my mind,
as the sultans left some of their food in large brass trays
for their kuls and janissaries in waiting...
Just as the burgundy taffeta skirt of a circassian cariye rustled around a corner
I could not help but notice the fullness of the lower lip that so attractively accompanied the fullness of the brain.
But...as we met some of the well built, tall and handsome Balkan boys
something too much of Reşat Ekrem dominated the tone of the akhabari
and I fell into a poignant deep cliff of doubt, hımm...
a solid insuperable barricade??? something I would rather not traverse???
or just a matter of laconic wit opposed to the attic one..(not too bad as long as there is one)
now that would be dealable...
I do not want an amelioration though, I want a cure...
or rather an illness of mutual madness
or rather to lather in passionate waters
only to burn in mounting fires...
hımm...
HIMM...II
What then about the twisting and whirling tornado
that pushes far aside and than pulls back forcefully
hımm...
that would be desirable at one level only...

HIMM...III
That French accent and the deep voice is the blessing of the year,
the sweet glory of the summer,
the most motivating carrot ever...
it is something through and through at every possible level...
HIMM...IV
that serene and the uneventful day
is capable of breeding thunders and storms, would u say
and if so
would u dare
hımm...

Monday 17 May 2010

Çok güzel bir gece:))

Dün maçzedelerden biri olmama ramak kalmışken bunu bir hareketle keyife çeviriverdim:))
Kızımın Annie müzikalindeki ilk başrölünü, sahne üzerindeki hakimiyetini, çoşkusunu, anadili olmayan bir dilde hakimiyetini gözlerimde gurur ve şevinç gözyaşları titreyerek seyrettikten sonra, ex-kocam, harika ve çok sevgili ex-kayınvaldem ve pederimle sıcacık bir aile yemeğinden sonra, Göztepe'de gene çok sevdiğim bir arkadaşıma gittim.
Hemide çabucacık: Ortaköy'den taxi-Beşiktaş'tan Kadıköy'e vapur- Kadıköy'den Haydarpaşa'ya on dk. keyifli yürüyüş- hayatımda ilk defa Haydarpaşa'dan trene bindim ve inanılmaz ama gerçek Göztepe'ye tam 10.dk'vardım:))) Ben rahat ve püfür ve hızla trende ilerlerken pencereden gözüken trafik hakikaten şizofrenik boyuttaydı. Milim milim ilerleyen, dipdipe milyonlarca araba.
Neyse...tabii ki sohbet, keyif derken saat geceyarısını vurdu yani maçın bitmesine on. dk. kaldı ve benim çok daha önce düşmesi gereken jetoncuğum o anda düştü:
Allahım ben nasıl geri dönecektim??? Arabayla gelmemişim, birazdan maç bitecek, gecenin bu saati tren güvenli hiç diil, köprü üzerinde saatlerle gece vakti bir taxinin içinde tıkılmanın sevimsizliği hit me like a tsunami wave...
Peki dedim düşün Yasemin: hımm sen zaten adaya gidicektin yarın, şimdi gitsen? Peki ama Yasemincim hem anahtarın yok, hem de biliyorsun ev çok ıssız, ada da henüz ıssız, evde bir tek Mişa var, o da arada heber vermeden kendine tatil veriyor... hımm... peki kuzen, onu deneyelim...tavuk kuzenim uyumuş, telefonu kapalı, bah!!!!
O.K then, diyor bir ses...fırla adaya git, Prenses otelde kal, sabah eve gidersin..hem kendine küçük bir değişiklik hem de trafik cenderesinden kurtuluş, yuppiee...
İnternetten Prensesin telefonunu bulursun, boş oda var mı, fiyat vs: overall calculation..
Evet fırladım adaya gittim, on motoruna bindim. Püfür püfür ay hilal, yanında tek yıldız...tekne fındık kabuğu gibi sallanıyor..aklıma dün batan kayık ve içindeki gencecik çocuklar geliyor ve ürperiyorum!
Adalı çocuklar demek özel 1şey demek benim için, balık gibi suyla güneşle büyüyen muhakkak yumuşak ve keyifli insanlar demek, o sandalda binlerce kez midye çıkarmış, adanın rüzgarıyla, ağacıyla harmanlanmış!! Aklıma 'we had joy, we had sun, we had seasons in the sun' şarkısı geliyor ve düşünceleri kafamdan, kendimi de kamaradan dışarı atıyorum.
Dışarda hoş Belçikalı gezgin bir adamla tanıştık ve konuşmaya başladık.Oldum olası gezgin insanları çok ilginç bulurum. Global, sweet bir sohbet, otelin önüne kadar sürdü...
Sonra hayal kırıklığı, yahu ne biçim otel o öyle, hastahane gibi..nasıl olur da adada bu denli ambiyans yoksunu bir yer yapabilirler. Zor şey, bravo doğrusu...
Gene de sabaha kadar deliksiz uyudum, taa ona kadar... ohhh
Sonra simit, çay ve eve yürüyüş...yol o kadar harikaydı ki..
Deniz çıldırmıştı ve hala yatışamamıştı. İlkel insanlar gibi denizin ruhunu sakinleştirme ayini yapmak geldi içimden. Rıhtımı tamamen su basmış, koca kütüklü tahta masaların ayakları kopmuş, tahta perdeler denize uçmuş. Denize güzel olduğunuz kadar küstahsınız da.. diyesim geldi...Neyse sonra Madenden yürüyerek ve tabii en sevdiğim patikalara saparak iskeleye yürüdüm. Eh acıkmıştım ve köfte ve soğanlı piyazı sefilcik bir kediyle paylaşarak mideye indirdim. O sırada dün edindiğim gezgin arkadaşım aradı, are u in the mood to meet diye. Ben de I am in the perfect mood to meet were I not leaving for İstanbul dedim, heh he!!! Ama adaya döndüğümde bir yürüyüş yapmak üzre sözleştik, heh he 2!!!

Monday 10 May 2010

Dany Brillant veya Ve Allah Erkeği Yarattı


Öyle resminden birşey anlaşılmıyor. Sesi, hareketleri, konuşması, vicidı... kadife gibi adam.
Maşallah, 41 kere...

Wednesday 28 April 2010

Saturday 17 April 2010

Bize de onda birinden bir tane nasib eyle...AMİN!!!


Çok beğendiğim insanlardan biridir Sir Thomas More. 8. Henry'nin Ann Boleyn ile olan hukuksuz evliliğine onay veremediği için, yani düşünsel boyutta onaylamadığı birşey için, üçkağıt yapamadığı için, en çok korktuğu kendi vicdanı olduğu için, hakkaniyetsizlik yaptıktan sonra kendisiyle yaşayamayacağı için hayatını vermiştir. Üstelik bu müthiş karara dogmatik bir yüzeysellikle değil, anime bir zeka ve dolu bir ruhla, çetin bir sorgulama sürecinden sonra varmıştır.
Yıllar sonra altmışlarda bir film yapıldı More'un hayatını anlatan: A Man for all Seasons...Oradan aşırdığım ve benim için kanun kavramının içini en çok dolduran açıklama...
More'un ailesi: O adamı yakaltmalısın, sana çok zararı dokunacak. Kötü biri o...(More elinde her türlü güç varken, daha sonra kendi infazına sebep olacak adamın evinden elini kolunu sallayarak çıkmasına izin verir.)
More: Kötü olmaya karşı bir kanun yok ki.

Aile: Evet var: Tanrı'nın kanunu

More: O zaman Tanrı dilerse onu tutuklayabilir.

Aile: Biz konuşurken elimizden kaçıp gidiyor...

More: Evet, gitmelidir de...şeytanın ta kendisi olsa dahi...taa ki kanunu çiğneyene kadar.

Aile: Ah, çok güzel, şimdi de şeytana kanundan faydalanma hakkını veriyorsun.

More:Evet, peki siz ne yapardınız? Şeytanı yakalamak için kanunun ortasına koskoca bir yol mu açardınız? (burada kanun/ağaç alegorisi başlıyor)

Aile: Evet, şeytanı yakalamak için gerekirse İngilteredeki her kanunu keserdim.

More: Peki son kanun da kesilse ve şeytan sana dönse, o zaman yerle bir olmuş kanunların arasında sen nereye saklanabilirdin? Bu ülke karış karış kanunlarla bezenmiştir...Allah'ın değil, insanoğlunun kanunlarıyla... ve eğer bunları yokedersen, o zaman esecek rüzgarlara karşı dik durabileceğine gerçekten inanıyormusun? Evet, şeytana kanundan faydalanma hakkını veriyorum....kendi güvenliğimin hatrı için!!!
Bu da berbat çevirimin orjinal hali:
That man's bad
There's no law against that
There is, God's law
Then God can arrest him
While you talk, he is gone
And go he should if he were the devil himself until he breaks the law
Now you give the devil the benefit of law
Yes, what would u do? Cut a great road through the law to get after the devil
Yes, I would cut down every law in England to do that
Oh! And when the last law was down and the devil turned round on you where would u hide, the laws all being flat?This country is planted thick with laws from coast to coast...man's laws not God's and if you cut them down, do you really think you could stand upright in winds that would blow then.Yes I give the devil the benefit of law... for my safet's sake..
Ne diyebilirim...Allah böylelerinden, en azından onda birinden bir tanecik bize de nasib eylesin. AMİİİN!


Monday 12 April 2010

BAHAR ve BEN

SENSATION
On the blue summer evenings, I shall go down the paths,
Getting pricked by the corn, crushing the short grass.
In a dream I shall feel its coolness on my feet
I shall let the wind bathe my bare head

I shall not speak, I shall think about nothing.
But endless love will mount in my soul
And I shall travel far, very far like a gypsy,
Through the countryside, as happy as if I were with a woman
Arthur Rimbaud

İSİMSİZ
yada
SPRING and I

It is the spring to be blamed, not I..
I, who do not even like poetry!
But then there is a room locked and bolted deep inside, at the very far back..
Contrasting profoundly with the white, spacious and unassuming rest..
Filled with delicate embroidery, burgundy velvets, slick satin and lace
adorned with crystal chandeliers, and with foiled bergéres
and with translucent vases overflowing with huge flower bouquets...
One window is open to green, deep and windy woods with thousands of little animals and exuberant water falls
And the other blindfoldly open to insatiable lust and lush decadence... as the spirit of the spring calls!
Leash or unleash , is that the main problem???
No...pas de tout
Very unfortunately, it is not me who is in possession of the damn key..


Sunday 21 March 2010

Gece ve Ben



Nocturnal oldum orası kesin. Gece gözlerim, algılarım açılıyor...vampirler gibi. Yanlız ben kan değil kahve tüketiyorum. Neyse ki....daha pratik...


İtiraf ediyorum...bir yazıyorum, bin oynuyorum. Ah..bu yunuslar yada meraklı kediler gibi fıkırdama hallerim. Konsantre olsana be kadın, o zaman daha çabuk bitecek işte...


Bir yazıyorum:


...the ever elusive perfect balance of humours was rarely desired by the melancholic scholar of the early modern England...


Bin oynuyorum:

Begging...begin yooouuuuuuuuuuu...

Kulağımda i-pod..üniverstedeki, lisedeki gibi deliler gibi dansederek. Eh..üniverstedeyim ya...yanlız kulağımdaki i-pod'da ona yüklenmiş şarkılar da kızıma ait...:))))

Neyse ki benim gibi bir deliler kulübündeyim, beni iyice üşütmeden dance-trance' a çıkaracak benden ne bir eksik, olsa olsa fazla arkadaşlarım...sabaha kadar dansetmek istiyorum:))))))))))


bkz: delirium tremens...tabii ki Dostoyevsky


müsadenizle ben kahve içmeye gidiyorum...

bir de... şunu anlamıyorum: neden yazı yazarken bir saat bir dakikaya iniyor...nasıl oloyor da oluyor....

Saturday 20 March 2010

Dostluk ve leb demeden leblebi:))

Dün Jade bize harika bir sofra kurmuş, masayı lezziz yemeklerle donatmış. Üç kadın, üç dost herzamanki gibi kahkahalarla etrafı çınlatarak, birbirimizi hep yukarı çekerek, hayatı hep keyifle bezeyerek kah DEDİKODU yapıyoruz...kah pek sevdiğimiz üzere bir kavramı yada olayı masaya yatırıp ince ince inceliyoruz!!

Hep birlikte masayı kaldırırken Jade'e dedim ki: Ayy...şimdi ne iyi gider, 'şey' var mı, yaparmısın???
Jade cevapladı: 'Aa tabii şekerim olmaz mı, bitmişti, sizin için aldım'
O sırada tabaklarla önde giden Sırmsky bana döndü ve 'o nedir yahu' diye sordu..
Tam cevaplamak için ağzımı aralamışken 'ha...anladım' dedi ve arkasını dönüp mutfağa girdi...

Sonra manzaraya karşı oturup 'şeyi' yani bol köpüklü sakızlı kahvelerimizi içerek sohbetimize tatlı tatlı davam ettik:)))

Saturday 13 March 2010

malice in wonderland


Blog ismimden de anlaşıldığı üzre bir Alis fetişistiyim. O yüzden koşa koştura sevgili kızımla heyecan içinde gittik sinemaya. Kucak kucağa, öpüşe kokuşa yıllarca Alis seyretmişliğimiz var ne de olsa...


Bir kere film daha ilk baştan sarmadı beni. O sevimsiz, donuk Alis içime sinmedi bir türlü....neyse ağaç kovuğundan düşünce herşey düzelecek diye sıktım dişimi...


ama herşey gitgide kötüleşti. Animasyon ve şahane görüntü yönetmenliğine hiçbirşey diyemem ama ya o kokoz senaryo: film boyunca Alisime tecavüz ediliyormuş hissiyatından kurtulamadım. Yönetmen abi çok belli şöyle demiş: şimdi biz bu eski hikayeyi yeniden ısıtırsak yeterince gişe yapamayız. Halbuki ben bu eski hikayeyi köpürtüp, patlatmak istiyorum. Var işte önümüzde birkaç model, al bir tutam Narnia, ekle biraz Yüzüklerin Efendisi...Arkadaş böylece Alis'in üzerine bayat- berbat bir action movie çakmış. O kadar ki Alis egzantrik isimli bir kılıç bulup, en trişkadan bilgisayar oyunlarındaki iğrenç dinazorumsu canavarlardan birinin kafasını kesiyor...kahraman olmak istemiyor ama wonderlend'ı kurtarmak için kahraman olmak zorunda kalıyor...klişenin dozu hakkaten mide bulandırıcı. Bir de bari bu iki hikayeyi birleştirmek için de bir çaba göstersinler hayır, hikaye oturmuyor, birsürü eski-yeni uyumsuz karakter panayır yeri gibi ortada dolaşıyor...

Nerede ondokuzuncu yüzyıl rasyonalitesinden muhtemelen bunalan matematikçi-mantıkçı Lewis Carrol'un tamamen irrasyonel bir dünya hayal ederek mantık kurallarıyla oynaması, eğlenmesi. Alis'in altından mantık ve rasyonalite halısını çekivermesi ve adeta yerçekimi olamayan bir dünya yaratması...o çocuklukla birlikte yokolan harika hayalgücüne övgü...Nerede o ince zeka, keskin nükte, harika göndermeler....nerede bu ağzından alev çıkaran canavarlı, gitgide Amerikan kahramanı ptototipinde kabalaşan, öldüren kesen, Amerikan'ın heryere bulaştırdığı ' but ıt's my life, I am an individual' lı bayat- ergen edebiyatını ikide bir parçalayan Alis'li vasataltı şey...


Bir de Mad Hatter'la Alis arasında bir romans değdirmesine cür'et etmemişmi Burton????Yani böğk, sanki ensest gibi birşey olmuş...yada action movie üzeri soap opera...

Sonunda da, ayyy daha komik...Hero Alis kendisine biçilen kokoz damadı reddeder ama bilmiş bir şekilde damadın fena halde zengin babasıyla iş bağlar: Artık East India Company'midir nedir-ona ortak olup Çin'le ticaret yapmak üzere yola çıkar. Kapitalist döngünün artık haklı ve gururlu bir halkası olarak herhalde batı pazarına açılmamak için direnmekte olan zavallı Çinde opyum savaşlarını başlatacaktır...Evet, vallahi de, billahi de böyle bitti film...


Yani tabii Alis'in aynısını yapmak zorunda değildiler ammmma velakin Alis yerine rahat rahat Arnold Schwartzeneger yada Sylviester Stallone'nin oynayacağı klişeler şahikası bir film de olmamış yani. Sorry...Yani görüntü/animasyon yaratıcılığı ve hikaye yazımı bu kadar ters orantılı gelişebilir...


Kraliçe Viktorya gibi ekliyorum, 'We are not amused'

Düzeltiyorum: We are not amused, kızım çok beğendi:))
P.S : Filmle ilgili çok hoş bir eleştiri okudum. Özeti şu: İki boyut üç boyutu yenmiş: Bazen sayfa üzerinedeki basit iki boyutlu matbu karaltılar bizi üç boyutlu, renkli, sesli, cafcaflı, teknolojik açıdan süpersonik filimlerden-sanatın her dalının muhteşem bir bütün yakalıyabilmek için seferber edildiği yapıtlardan çok daha fazla yakalayabilir ve çok daha derinden etkileyebilir. Tim Burton'un Alis'i bunun bir ispatıdır ve sakilliğiyle orjinal Alis'i her manada yüceltmektedir. NOKTA....


Monday 8 March 2010

Hafakanlar Bastı...


Etrafımı kitaplar sarmış dört bir yandan...

Kaç gündür ve daha kaçççççç gün????

Dedim beni afaganlar bastı. Beynim arştırmacı modunda ya sonra merak ettim ayol kim bana basan bu afagan, n'oluyoruz diye. Üşenmedim ve kitapları, tezi elimin bir hareketi ve beynimin bir kıvrımıyla kenara itiverdikten sonra kendimi google'ın yan sokaklarına attım (nihoooohaaahaa,bkz: tezden kalkmak için her bahane mübahtır ama dikkatinizi çekerim kaça kaça ancak google'a yani Bebek'e filan diiil)

Bir kere beni basan afagan değil hafakanmış ve sağolsun Güngör Uras 'Hafakan Ruhu' diye harika bir makale yazmış ve linki koyamadım bir türlü...tükenmişliğime veriniz!

Yürek çarpıntısıymış meğer...hafakan Arapça yürek çarpıntısı demekmiş, hihhih...

Ve bu pek sıkıcı sıkıntı için, teheyyücattave ,bayılmalarda ve bu nevi bilimum sorunlarda kullanılmak üzere üretilmiş Ferit Hakagan Ruhu, Nevral Hoş, Nevrol Cemal, Va-Lu, Sinirol Kamil gibi hooş isimli ilaçcıklar varmış 1920-60 arası..Reçetesiz..

Bunlar Prozac'ın kibar anneanneleri olsa gerek...

AYYYY....Hafakanlar bastı a dostlar:))) Nerde Va-Lu (en dramatik isim de bu, bir aşk buhranına ne denli yakışır) , nerede Hasan Limon Kolonyam:)))

Evet, hadi dön baba dönelim HACILARA gidelim...ben derse...

Ama ama.... hacılar kim acaba, neden oraya dönülüyor....babamın bu işle ne alakası var...

P.S: Aslında mana kaymış biraz, hafaganlar bastı şimdi daha ziyade çok ama çoooook sıkılmak manasında kullanılıyor, anksiyetik manası zamanla yokolmuş gibi...

Friday 5 March 2010

Abdüllatif Bey


Yahu, ne gizli kalmış ve kararmış mücevherler var İstanbul'un dört bir yanında.

Horhor'a yakın kagir bir bina.... şimdi İstanbul Tıp Fakültesi Deontoloji ve Tıp Tarihi Anabilim dalına ev sahipliği yapıyor. Abdüllatif Suphi Bey'in evi konağı(Hamdullah Suphi Tanrıöver'in babası) , 1854'te inşa edilmiş. Kocaman taş avlu, yukarı çıkan çift merdivenler, dantel trabzanlar, yüksek tavanlar ve harika tavan süsleri, yere kadar pencereler...bir de her taraf kitap dolu, buram buram eski kitap kokuyor. Ohh, içime çekiyorum...Sadece banyosu müthiş iç karatıcı, nedense son derece negatif bir havası var. Nerden baksan eski bir hazine sandığı bulmuş gibisin. Anılar, fısıltılar, gözyaşı ve kahkaha kalıntıları havada titreşiyor...yoğunlaşıp ben ağzım aval açık yürüken etrafımda dansediyor...

Gözleri çalışmaktan mahmurlaşmış Nuran Hoca gökdelen gibi yukarı yükselen kitap binacıklarının arasında...oda çok hoş bir yeşil...ben hocanın ağzından çıkan herşeyi nefessiz dinliyorum. Bana yeni bir ipucu veriyor: Abdülhamit'in Yıldızdaki sülükçüsü...bul bu zat-ı muhteremi tarihin karanlık sayfalarından-BULABİLİRSEN...

Binada bir de tıp müzesi var, müthiş...

Cemil Topuzlu'nun cerrahiye aletleri, Akil Muhtar'ın, Mazhar Osmanı'ın muayene aletleri...

Birsürü kesici, oyucu, kırıcı, törpüleyici alet, edevat kısası.

Bir de Pasteur'le yazışmalar ve Freud'un-evet bizim Sigmund- mektupları. Freud'un yazısı birebir anneanneminkine benziyor, iyi mi:)))

Ve fekat....

Bina dö-kü-lü-yooor. Bazı odalarda o güzelim süslü tavan 'ın parçaları blok halinde yere düşmüş ve nedense öylece bırakmışlar. Ansızın bilim şehidi olmamak için fayrap uzaklaştık o odalardan bitabii...Heryerden iğrenç floresanlar sarkmış. Daha sonra eklenen bölümler feci (as usual)

2010 kültür başkenti olduk da n'oldu..biri beni aydınalatbilir mi...
P.S NEVBAHAR, Abdüllatif Suphi Paşa Konağında Aşk ve Tarih- Melek Günersu yazmış...ilk iş alınacak

Saturday 23 January 2010

gece saçmalamaları

Bazen, daha doğrusu kırk yılda bir bir çifte rastlıyorum. Birbirlerine iyi niyetle, sevgiyle, pırıl pırıl bakan. Biri az, diğeri fazla değil, karşılıklı, dolu dolu. Onlarla birlikte olmaktan çok keyif alıyorum ve içim açılıp, ferahlıyor, ümitle doluyor. Ne güzel diyorum, demek böylesi mümkün. Böyle olmalı zaten, yoksa neden...Hemen onlardan ayrılır ayrılmaz dua ediyorum, küçücük saf bir çocuğu yada çölde yeşermiş minik bir bitkiyi korumak istercesine: Allahım bu güzellik böyle devam etsin diye ve bana da böylesini nasib et diye diye.
O kadar birbirini sistematik ve kronik olarak inciten, birbirlerine tahammül edemeyen çift var ki etrafımda...onlardan ayrılırken ferahlıyorum, kendi boşanmışlığımı çok daha dürüst, güçlü ve ferah buluyorum. Birbirlerini bu kadar sinirlendiren insanların neden birarada olduklarını yada birarada olucaklarsa neden birbirlerine böyle davrandıklarını çözemiyorum...bu kadar mı zor birşeyleri tamir etmek...
İnsanları köpek cinslerine benzetirim ben. Kurt köpeklerini severim en çok. Güçlü, sert, oynarken bile ısırabilen, bir tarafı vahşi kalmış, tutkulu, obsesif, hedefini mutlaka yakalayan, avını kaçırmayan, zeki ve çalışkan ve toleranssız...Bu tipleri beğenirim ve garip bir şekilde çekerim...Eski kocam da tam bir kurt köpeğiydi.
Ama artık düşünüyorum bir golden retriver çok daha keyifli, oyunbaz ve yumuşak ...mı???...Yaşaması daha kolay, daha huzurlu...Daha fazla şey paylaşabilen... Avına acıyabilen...Anlayış gösteren...zorlamayan
Düşünüyorum beni en etkileyecek adam bir power ranger değil artık, gece giderken yaralı bir hayvan gördüğünde arabasını durdurup veterinere götüren adam...
İşte böyle:)))))))))
Bu arada erkek cinsi olarak diil ama köpek cinsi olarak kurttan vazgeçemem, bu da böyle biline...

Friday 1 January 2010

Bugün kişisel bir tarih bitti, bir hayat noktasını koydu, bir dosya kapandı. Ne garip, ne de çok şey vardı o dosyanın içinde. Sahi, neden peki??? Gerçeğin ufacık bir kısmını yada sadece binlerce aynadan kırık yansımalarını görmek ne kadar zor ve yorucu bazen.
Amcamız gibiydi Tanar amcamız, annemlerin kardeş arkadaşı, yıllarca görüştüğümüz, ailemizden çok görüştüğümüz grubumuzun hep güven veren, sağlam sütunlarından biri. Annemler gençliklerini, ebeveynliklerini şimdi de yaşlılıklarını paylaştılar dostlarıyla, ben de onların çocuklarıyla birlikte büyüdüm.Biz annemler gibi grup olamadık, şu sebep bu sepep ender görüşüyoruz. Ama bugün Tanar amca evden giderken öyle zahmetsizce akarak ve doğal bir şekilde yumak oluverdik ki elimdeki unutulmuş ve parlatılmamış elması birden tekrar görüverdim. Başka kaç insanla kalbim bu kadar aynı ritimde atabilirdi, yada kim yarama bu kadar iyi melhem olabilirdi???
Ölümler, doğumlar, düğünler. Hep varlar ve hayatla içiçeler. Hayatın özünün, sevginin, insana ait herşeyin yüzeye çıktığı, sorgulandığı dönemeçler. Çok üzüldüm ama garip bir şekilde bir sevgi çemberi beni tuttu. Gariptir Tanar Amca bu çemberden çıkmadı, bize görünmez oldu sadece. Onu hala kuvvetle hissediyorum. Şu an şu satırları yazarken bile...
Aklıma hep Biga geliyor Tanar amca...biz çocuklar şapkalarımızla kıkırdaşırken, otobüslere doluşup kumlu denizlere giderken...sonra domatesler, tarlalar...bir de kızramış ekmek ve reçelle kova kova tükettiğimiz kaymaklar. Bir de balım diyen sesin. Koca Tanar, sen bir tanesin....