Monday, 30 November 2009

otuz yıl sonra olma ihtimali büyük olan çok kötü birşeye üzülmek mi....
misal: kızımın çok sevdiği dünyalar tatlısı arkadaşının ailesinde çok ciddi bir beyin kanaması genetiğinin olduğunu öğrendiğimden bu yana içim eziliyor. ya babasının başına gelenler bu dünyalar tatlısı çocuğun da başına gelirse...hatta ya daha erken olursa sa sa sa....what if, what if, what if...
cılız bir ses cevap veriyor, ama içimdeki burguyu iyi etmeye muktedir değil:
otuz yıl, çok uzun zaman...kimin bu kadar zaman içerisinde yaşayacağını garanti edebiliriz ki ölmesinden korkalım. hem tıp gerçekten o kadar hızlı ki o zamana bu sorun çoktan çözülmüş olur, tam çözülmese bile bugünkünden çok daha az hasarla atlatılır...hem annesinin genlerini almıştır belki...
hayır, işkenceci ses daha baskın. olmamış olan şeylere üzülmeye, endişelenmeye daha mütemayil. yara buldumu parmaklamaktan imtina etmiyor.
Acı fetişizmi mi.. hem ailevi, hem kültürel, hem de milli bir görgü mü ..genetik bir otomatik mi???
Muhtemelen yukardaki bütün şıkların topaçlaşmış hali...
Yoksa şimdi olan yada taze taze olmuş olan minik iyi şeylere sevinmek mi...
misaller: ekmek makinası bozuldu sanmıştım, bozulmamış...küçük ama bozulsaydı tamirci sarmalına girecektim, canım sıkılacaktı.
tez konumla ilgili bir dostun beni düşünerek üstelik son derece ince bir şekilde çok önemli kaynaklar göndermiş.
ya yediğim nefis ballı yoğurt, şam fıstık, içmekte olduğum açık çay (bardak da Alev Ebüziyya)...
O tatlı çocuğun şu an hayatta ve keyifli olması, üstelik babasının da bin türlü badireden sonra şu veye bu şekilde hala yanlarında olması.
Ben bunları yazarken dahi tıbbın ilerliyor olması.
Şu tatlı kuşun keyifle cıvıldıyor olması...
Budist bir rahip çok yaşlanmış, ölmek üzereymiş. Bunu bilen müridleri etrafına toplanmış yaşlı bilgenin. Fakat rahibin aklı daha henüz gelmemiş olan tek müridindeymiş, sürekli onu sorar dururmuş. Herhalde söyleyecek pek önemli şeyleri var diye düşünmüş etrafındakiler. Sona çok yaklaşıldığı bir anda gelmiş beklenen mürid. Hemen ustasının yanına gitmiş. Yaşlı bilgenin gözleri parlamış. Meğer müridinden çok sevdiği bir pastayı ısmarlamış, onu beklermiş. Keyif içinde ,ağzını şapırdatarak yemiş pastasını ölüme uzanmadan önce.
Evet bes dakika sonra öleceğini bilerek bir pastayı heyecanla beklemek ve keyifle mideye indirebilmek. Şu andan bu gözlerle bakıldığında gerçek bilgelik ve güç buymuş gibi geliyor bana...
Sonuç: Allahım sen hepimizin çocuklarını her türlü kötülükten koru...
Allahım sen hepimizin iç sesini kuş cıvıldaması kadar neşeli, ılık bahar rüzgarları kadar ferah , öğlen güneşi gibi pırıltılı, bulutlar gibi beyaz , yumuşak ve yargısız, yunuslar gibi oyuncu, mutlu , aydınlık, eğlenceli ve tabii mümkün mertebe etrafa zararsız kıl.

Sunday, 29 November 2009




Yazdan bir gün çaldık cumartesi...


Attık adaya kendimizi, annem, babam, teyzem ve kızım..


Güneş mi: pırıl pırıl


Mangalda lüfer, rakılar, turplu yeşil salata, kıtır kıtır kırmzı soğan, tereyağlı patates ve bizim ada manavında bulduğumuz harika yeşil zeytin...


Hepsi bahane, sohbet hakkaten şahane...


Mutfaktan güneşin altına çektiğimiz masaya yürüken ağzıma bir yeşil zeytin atıyorum, gözüm yeşillerin arasından lodos fırtınasına takılıyor ve oooooooooooh diyorum, hayat bu...


Bakıyorum gencecik duran, gözleri pırıl pırpıl anneme, babama, teyzeme. Teyzem altmışında motosiklete başladı ayrıca kürekçi, tenisçi, dalgıç ve vesaire , zaten taş çatlasa kırk duruyor...babam'ın gözü sözü adada bu yıl yapacağı inşaat projelerinde, mevsim gelse start alsam diye düşünüyor. Annem söylense da babamın yanında mutlu, projeleri bizleriz zaten...


Yetmiş küsürlerinde bu insanlar ve kimse bizden geçti diye düşünmüyor...heves ve neşe içindeler.


Anlattıkları herşey, ilginç, rafine, ve komik...


Ne güzel bir görgü diyorum, ne şanslıyım...Atletik bir şekilde yaklaşık yüz basamak iniyoruz rıhtıma, sonra bu basamaklar hoplaya zıplaya çıkılıp alelacele iskeleye yürünüyor: teyzem akşam tiyatro'ya yetişecek...


Giderken zavallı babamı limon ağacına çıkarıyoruz, aşağıda dört kız bar bar bağrıyoruz neşeyle: şunu istiyoruz...adamcağız tam ona uzanırken, hayır hayır şu tam karşıdaki büyük olanı, hayır o, hayır bu diye diye...


Bu arada dayımı ve sevgili kuzenimi görmeyi de becerdim. İki tatlı kızımız da yanımızda...alelacele dedikodu yapmaya çalışıyoruz. Bunlar da herşeye maydanoz...Hay dedim kuzenime bunlara bu yaşta İngilizce öğretenin...


Teyzemi motora bindiriyoruz. Annem, babam, kızım ve ben çaylarımızı yudumlarken akıllarımız evde bizi bekleyen sıcacık kestanede...


İyi Bayramlar...

Friday, 27 November 2009


Bastırmıyorum kendimi, bıraktım. Seyrediyorum yavaşça suyun yüzüne çıkanları. Bir bir. Yüzüme bir gülümseme takınmıyorum zorla veya aklımı, ruhumu korkuyla hüzünden kaçırmıyorum. Neyse o. Neysem o.



Çoğalıyorum, katmanlanıyorum. Dalıyorum sık sık.
Dua ediyorum.
Elif Şafak'ın yazdığı gibi terliklerimi giyip , her şeyi ve herkesi bir kenara bırakıp, ruhumun mahzeninin merdivenlerinden iniyorum üçer beşer. Yalının kayıhanesi gibi biryer olmalı orası...



Belki ellincidir Amor'u dinliyorum Lamento della Ninfa'dan.
Non mi tormenti piu...non mi tormenti piu...
Simon Shama'nın Bernini'sini seyrediyorum defalarca, beyninin içine aldıklarının ve onları proses etme hızının ve biçiminin bu çirkin adamı ne kadar seksi kıldığına şaşırarak...



Her an duygularımı kontrol etmem gerektiğini düşünmüyorum.
Gözyaşlarıma daha saygılıyım...artık onları daha iyi ağırlıyorum.



Dün tanıştığım insanları, filimlere konu olacak hayatlarını, eriştikleri duruluğu, bakışlarındaki derinliği, yüzlerindeki nuru düşünüyorum, kendimi çok şanslı ve zengin hissediyorum...ama içim de acıyor bir yandan, uzun süredir bu şekilde acımamıştı...karmakarışık...



En çok burnumu, kokusuyla aklımı alan bir boyuna dayayıp herşeyi unutamamak yoruyor beni...uzun süredir taşıyorum herşeyi sarhoşlukla hafifleyemeden...kaslarım güçlü ama süzülmüyorum bulutların, yıldızların arasından...belki ancak tarih beni geçiriyor heycanlı ve yıldız tozu serpilmiş labirentlerden...elimde bir fener... ve bütün bunların arasında unutamıyorum dün akşam ki bir bakışı...non mi tormenti piu..

Monday, 23 November 2009


Ah ne hoş...

Dün Brideshead'i seyrettim. Sanki kolumda bir serum vardı da vücuduma damla damla saten bir keyif yayıldı. Ya da acaba kadife miydi keyifin dokusu, rengi de... hımmm...yosun yeşili mesela ???

Filmin sonunda şöyle düşündüm: konu belki klişe ve hatta tutarsız ama ne fark eder...filmin meselesi konu değil ki: Filim hassas, hasarlı ve fakat zeki, müstehzi ve ihtiraslı ruhların, dekadant dolayısıyla tanrılar katında yok olması uygun görülmüş bir güzelliğin, elegansın, kristal inceliklerin, yedirenkli yansımaların peşinde. Bunu da pek güzel başarmış. En sıcak ve güzel ışığını artık hafif kırpışarak veren ve II. Dünya Savaş'ında sönecek art nouveau bir chandelier. Gibı.

Filim Oxford University, Brideshead denen harika yer, Venedik, ve Fas'ta geçiyor. ve bir de o vintage transatlantik ...Anlatabiliyormuyum???
Şimdi ben de bu evin biraz daha miniğinde yaşayabilirim. Şömine karşısında uyuyan - hayır, kraliçenin o minik köpeklerinden istemem- koca koca, eşek kadar bir dolu köpeğim olur. Elbette, atlarım da...ahhhh... ve ben hergün o yeşil çimenlerin ve ormanların içinde dört nala ata biniyor olurum- yağmur, çamur demeden. İlginç arkadaşlarım (atla ) high tea'ye gelirler ve tabii ki ben de kalırlar, west wing, east wing farketmez:)). Birde koskocaman, tapınak gibi bir kütüphanem olur, iki katlı, binlerce kitap, çoğu first edition. Kütüphanemin ortasında kocaman bir globe...sıcak, maceralı seyahatleri planlamak için, ya da elimi rastgele nereye koyarsam plansız programsız oraya zıplayabilmek için, tamamen halet-i ruhiyeme göre...
Öyle mücevher istemem, şık pahalı, marka kıyafetle ilgilenmem (yani birkaç tane olur tabii vereceğim çılgın partiler için, keh keh),hele çanta umurumda olmaz, arabamın markası filan da beni bağlamaz...(zaten at var ya)...
Yani bunlar çıkarıldığınde gene de çok şey mi istiyor oluyorum???


Sunday, 8 November 2009


Kayıp. Acı. Garip... ferah bir acı. Çünkü hep ama hep- bir tek olay dışında- güzel şeyler hatırlıyorum. Acı, artık olmadığını, seni görüp, koklayamayacağımı algıladığımda buruyor ve yakıyor. Sonra gene güzel güneşli anılar rüzgar gibi esip biraz ferahlatıyor.

Dünyaya beni mutlu etmek ve rahatlatmak için gönderildiğini düşünmek bencilce ve over-reductionist. mi?? Ama inan bana sana her baktığımda gevşedim ve gülümsedim ben, hatta hatırladığım zaman, ismini söylediğim zaman kuyruğum sallandı benim patır patır. Nasıl sen beni her gördüğünde (düzeltiyorum: canın istediğinde) kuyruğunu salladın, benim de seni her gördüğümde kuyruğum deliler gibi sallandı işte...

Biliyormusun Prenses Mononoke'de ormanın ruhu vardı, işte sen de adadaki bahçenin ruhuydun...ruhusun benim için. Bilmiyorum adaya geldiğimde bahçedeki o boşluğa nasıl dayanacağım...heryerdesin, her köşede...O güzelim patilerin, o tatlı bambi yüzün, koca kulakların, mis gibi kokun...nerede şimdi...benim güzel oğlum nerdesin şimdi...

Seni ilk kucağıma aldığım günü hatırlıyorum, kulağında 018 damgası. Arabamın vites koluna kusuşunu, kafanda yılbaşı süsleriyle yan bakışını, sadece koca pati ve kulaktan ibarte olduğun günleri, güneşin altında neşeli geyik gibi hop hop koşuşunu, karınla keyifle kertenkele avlarınızı, rıhtımdan jet gibi denize atlayışını ve son son tutmayan arka ayaklarınla nerdeyse sürüne sürüne peşimizden heryere gelmeye çalışmanı...herşeyin, her güzel şeyin içinde sen de varsın işte...

Koca kurt, söyle kızıma nasıl anlatırım gittiğini???

Sen ki kızım ürkmesin diye dakikalarca kıpırdamadan durur, kendini sevdirirdin. Sen ki kızım gelince bir neşe kelebeği olurdun. Kızım kozalak yerine havtopu dedi uzun zaman...

Ya ben kendime nasıl anlatırım gittiğini??

Hepbirlikte yan plaja geçince duvarları aşıp geldiğini, geri götürülünce bu sefer denize atlayıp yüzerek geldiğini, herkesin jaws geliyormuş gibi kaçıştığını, sonra birinin sırtıma pıtpıtlayarak pardon bu sizin köpeğiniz mi diyerek su samuru gibi denizden tatlı talı gelişini işaret ettiği, gülmekten kırıldığımız o günü...

birbirimizi çok özlediğimiz o yağmurlu günde burnundan şıpır şıpır damlalar akarak kapımın önünde oturduğun, inatla sırımsıklak olduğun ve tabii eve alındığın günü mü...

tekneyle giderken arkamızdan denize atladığın, inatla açıldığın ve eyvah bu geri dönemez boğulur diye seni itiş kakış denizden tekneye çektiğimiz günü mü...

yoksa bebekken seni tekneden denize attığımda direkt sahile yüzdüğün, seni almak için çöplerin, terliklerin, bin tür pisliğn arasından yüzdüğüm ve tam tekneye dönerken ağarlık yapmayayım diye zodyaktan atladığımda denizden o kadar kormana rağmen peşimden atlayıp ve fakat beni kurtarmak yerine tekrar pis sahile yüzdüğün günü mü??

Hangisini unutabilirim.

Ama en çok ilk eve geldiğin gün aklımda. Koca yelken kulak, koca pati bebek yatağımın yanına kıvrılıp yatmıştın. Sonra gece ben tuvalete kalktığımda benimle kalktın, çekingen adımlarla beni izledin, tuvalet kapısında beni bekledin ve ve benimle adım adım geri döndün. Sonra yüzüme baktın: içimden bunlar geliyor ama doğru mu emin değilim, böyle mi yapmalılıyım der gibi. Evet dedim ve kocaman sevdim seni...O günden beri hep adım adım peşimizdeydin, sürüklensen bile...

Bahçede elim üşüyecek. Yanyana ne çok güneş batırdık, ne çok fırtına seyrettik, ...Bu yaz sona yakın olduğunu bilerek ne çok öptüm, kokladım seni...Tanrım, 14 yıl ne çok şey paylaştık sevgili oğlum...

Bizim köpeğimiz değildin sen. Evin esas sahibiydin ve ne güzel ağarlıyordun bizi yazları, yıllarca ne güzel korudun, ne kadar güvende hissettirdin. Gideceğimizi anladığında ne çok hüzünlenirdin. Hürdün, yarı kurttun. İstediğin zaman sevdirirdin kendini, bir kere sana verileni geri almak mümkün değildi, hırr ediverirdin. Özgürdün, hiç zincire vurulmadın...

Seni en çok rıhtıma taşan lodos fırtınasında, buz gibi havada dirseklerine kadar denize girmiş koca taşları koca pazularınla iterek oradan oraya sürükler ve neşe içinde havlarken hatırlayacağım.

Yanında olamadığım, hasta olduğunu bilmeme rağmen bir türlü gelemediğim için çok özür dilerim. Seni son bir kez görmek yaptığım onca saçma sapan şeyden ne kadar daha önemliydi oysa ki...Bayramın son oduğunu, sonun bu kadar yakın olduğunu konduramadım. Bütün bular bahane değil, çok özür dilerim..

Yuvanda kıvrılıp uyumuş, bir daha uyanmamışsın oğlum...İçimi rahatlatan şey ,sen ne düşünürsün bilmem ama, uzun, güzel bir ömrün oldu, veteriner yüzü görmeden 14 sene yaşadın and above all çok, pek çok sevildin... Huzur, mutluluk, ışık, sevgi içinde ol...

Bizi çok ama çok mutlu ettin. Çok teşekkür ederim canım Rolfim...