Sunday, 21 March 2010

Gece ve Ben



Nocturnal oldum orası kesin. Gece gözlerim, algılarım açılıyor...vampirler gibi. Yanlız ben kan değil kahve tüketiyorum. Neyse ki....daha pratik...


İtiraf ediyorum...bir yazıyorum, bin oynuyorum. Ah..bu yunuslar yada meraklı kediler gibi fıkırdama hallerim. Konsantre olsana be kadın, o zaman daha çabuk bitecek işte...


Bir yazıyorum:


...the ever elusive perfect balance of humours was rarely desired by the melancholic scholar of the early modern England...


Bin oynuyorum:

Begging...begin yooouuuuuuuuuuu...

Kulağımda i-pod..üniverstedeki, lisedeki gibi deliler gibi dansederek. Eh..üniverstedeyim ya...yanlız kulağımdaki i-pod'da ona yüklenmiş şarkılar da kızıma ait...:))))

Neyse ki benim gibi bir deliler kulübündeyim, beni iyice üşütmeden dance-trance' a çıkaracak benden ne bir eksik, olsa olsa fazla arkadaşlarım...sabaha kadar dansetmek istiyorum:))))))))))


bkz: delirium tremens...tabii ki Dostoyevsky


müsadenizle ben kahve içmeye gidiyorum...

bir de... şunu anlamıyorum: neden yazı yazarken bir saat bir dakikaya iniyor...nasıl oloyor da oluyor....

Saturday, 20 March 2010

Dostluk ve leb demeden leblebi:))

Dün Jade bize harika bir sofra kurmuş, masayı lezziz yemeklerle donatmış. Üç kadın, üç dost herzamanki gibi kahkahalarla etrafı çınlatarak, birbirimizi hep yukarı çekerek, hayatı hep keyifle bezeyerek kah DEDİKODU yapıyoruz...kah pek sevdiğimiz üzere bir kavramı yada olayı masaya yatırıp ince ince inceliyoruz!!

Hep birlikte masayı kaldırırken Jade'e dedim ki: Ayy...şimdi ne iyi gider, 'şey' var mı, yaparmısın???
Jade cevapladı: 'Aa tabii şekerim olmaz mı, bitmişti, sizin için aldım'
O sırada tabaklarla önde giden Sırmsky bana döndü ve 'o nedir yahu' diye sordu..
Tam cevaplamak için ağzımı aralamışken 'ha...anladım' dedi ve arkasını dönüp mutfağa girdi...

Sonra manzaraya karşı oturup 'şeyi' yani bol köpüklü sakızlı kahvelerimizi içerek sohbetimize tatlı tatlı davam ettik:)))

Saturday, 13 March 2010

malice in wonderland


Blog ismimden de anlaşıldığı üzre bir Alis fetişistiyim. O yüzden koşa koştura sevgili kızımla heyecan içinde gittik sinemaya. Kucak kucağa, öpüşe kokuşa yıllarca Alis seyretmişliğimiz var ne de olsa...


Bir kere film daha ilk baştan sarmadı beni. O sevimsiz, donuk Alis içime sinmedi bir türlü....neyse ağaç kovuğundan düşünce herşey düzelecek diye sıktım dişimi...


ama herşey gitgide kötüleşti. Animasyon ve şahane görüntü yönetmenliğine hiçbirşey diyemem ama ya o kokoz senaryo: film boyunca Alisime tecavüz ediliyormuş hissiyatından kurtulamadım. Yönetmen abi çok belli şöyle demiş: şimdi biz bu eski hikayeyi yeniden ısıtırsak yeterince gişe yapamayız. Halbuki ben bu eski hikayeyi köpürtüp, patlatmak istiyorum. Var işte önümüzde birkaç model, al bir tutam Narnia, ekle biraz Yüzüklerin Efendisi...Arkadaş böylece Alis'in üzerine bayat- berbat bir action movie çakmış. O kadar ki Alis egzantrik isimli bir kılıç bulup, en trişkadan bilgisayar oyunlarındaki iğrenç dinazorumsu canavarlardan birinin kafasını kesiyor...kahraman olmak istemiyor ama wonderlend'ı kurtarmak için kahraman olmak zorunda kalıyor...klişenin dozu hakkaten mide bulandırıcı. Bir de bari bu iki hikayeyi birleştirmek için de bir çaba göstersinler hayır, hikaye oturmuyor, birsürü eski-yeni uyumsuz karakter panayır yeri gibi ortada dolaşıyor...

Nerede ondokuzuncu yüzyıl rasyonalitesinden muhtemelen bunalan matematikçi-mantıkçı Lewis Carrol'un tamamen irrasyonel bir dünya hayal ederek mantık kurallarıyla oynaması, eğlenmesi. Alis'in altından mantık ve rasyonalite halısını çekivermesi ve adeta yerçekimi olamayan bir dünya yaratması...o çocuklukla birlikte yokolan harika hayalgücüne övgü...Nerede o ince zeka, keskin nükte, harika göndermeler....nerede bu ağzından alev çıkaran canavarlı, gitgide Amerikan kahramanı ptototipinde kabalaşan, öldüren kesen, Amerikan'ın heryere bulaştırdığı ' but ıt's my life, I am an individual' lı bayat- ergen edebiyatını ikide bir parçalayan Alis'li vasataltı şey...


Bir de Mad Hatter'la Alis arasında bir romans değdirmesine cür'et etmemişmi Burton????Yani böğk, sanki ensest gibi birşey olmuş...yada action movie üzeri soap opera...

Sonunda da, ayyy daha komik...Hero Alis kendisine biçilen kokoz damadı reddeder ama bilmiş bir şekilde damadın fena halde zengin babasıyla iş bağlar: Artık East India Company'midir nedir-ona ortak olup Çin'le ticaret yapmak üzere yola çıkar. Kapitalist döngünün artık haklı ve gururlu bir halkası olarak herhalde batı pazarına açılmamak için direnmekte olan zavallı Çinde opyum savaşlarını başlatacaktır...Evet, vallahi de, billahi de böyle bitti film...


Yani tabii Alis'in aynısını yapmak zorunda değildiler ammmma velakin Alis yerine rahat rahat Arnold Schwartzeneger yada Sylviester Stallone'nin oynayacağı klişeler şahikası bir film de olmamış yani. Sorry...Yani görüntü/animasyon yaratıcılığı ve hikaye yazımı bu kadar ters orantılı gelişebilir...


Kraliçe Viktorya gibi ekliyorum, 'We are not amused'

Düzeltiyorum: We are not amused, kızım çok beğendi:))
P.S : Filmle ilgili çok hoş bir eleştiri okudum. Özeti şu: İki boyut üç boyutu yenmiş: Bazen sayfa üzerinedeki basit iki boyutlu matbu karaltılar bizi üç boyutlu, renkli, sesli, cafcaflı, teknolojik açıdan süpersonik filimlerden-sanatın her dalının muhteşem bir bütün yakalıyabilmek için seferber edildiği yapıtlardan çok daha fazla yakalayabilir ve çok daha derinden etkileyebilir. Tim Burton'un Alis'i bunun bir ispatıdır ve sakilliğiyle orjinal Alis'i her manada yüceltmektedir. NOKTA....


Monday, 8 March 2010

Hafakanlar Bastı...


Etrafımı kitaplar sarmış dört bir yandan...

Kaç gündür ve daha kaçççççç gün????

Dedim beni afaganlar bastı. Beynim arştırmacı modunda ya sonra merak ettim ayol kim bana basan bu afagan, n'oluyoruz diye. Üşenmedim ve kitapları, tezi elimin bir hareketi ve beynimin bir kıvrımıyla kenara itiverdikten sonra kendimi google'ın yan sokaklarına attım (nihoooohaaahaa,bkz: tezden kalkmak için her bahane mübahtır ama dikkatinizi çekerim kaça kaça ancak google'a yani Bebek'e filan diiil)

Bir kere beni basan afagan değil hafakanmış ve sağolsun Güngör Uras 'Hafakan Ruhu' diye harika bir makale yazmış ve linki koyamadım bir türlü...tükenmişliğime veriniz!

Yürek çarpıntısıymış meğer...hafakan Arapça yürek çarpıntısı demekmiş, hihhih...

Ve bu pek sıkıcı sıkıntı için, teheyyücattave ,bayılmalarda ve bu nevi bilimum sorunlarda kullanılmak üzere üretilmiş Ferit Hakagan Ruhu, Nevral Hoş, Nevrol Cemal, Va-Lu, Sinirol Kamil gibi hooş isimli ilaçcıklar varmış 1920-60 arası..Reçetesiz..

Bunlar Prozac'ın kibar anneanneleri olsa gerek...

AYYYY....Hafakanlar bastı a dostlar:))) Nerde Va-Lu (en dramatik isim de bu, bir aşk buhranına ne denli yakışır) , nerede Hasan Limon Kolonyam:)))

Evet, hadi dön baba dönelim HACILARA gidelim...ben derse...

Ama ama.... hacılar kim acaba, neden oraya dönülüyor....babamın bu işle ne alakası var...

P.S: Aslında mana kaymış biraz, hafaganlar bastı şimdi daha ziyade çok ama çoooook sıkılmak manasında kullanılıyor, anksiyetik manası zamanla yokolmuş gibi...

Friday, 5 March 2010

Abdüllatif Bey


Yahu, ne gizli kalmış ve kararmış mücevherler var İstanbul'un dört bir yanında.

Horhor'a yakın kagir bir bina.... şimdi İstanbul Tıp Fakültesi Deontoloji ve Tıp Tarihi Anabilim dalına ev sahipliği yapıyor. Abdüllatif Suphi Bey'in evi konağı(Hamdullah Suphi Tanrıöver'in babası) , 1854'te inşa edilmiş. Kocaman taş avlu, yukarı çıkan çift merdivenler, dantel trabzanlar, yüksek tavanlar ve harika tavan süsleri, yere kadar pencereler...bir de her taraf kitap dolu, buram buram eski kitap kokuyor. Ohh, içime çekiyorum...Sadece banyosu müthiş iç karatıcı, nedense son derece negatif bir havası var. Nerden baksan eski bir hazine sandığı bulmuş gibisin. Anılar, fısıltılar, gözyaşı ve kahkaha kalıntıları havada titreşiyor...yoğunlaşıp ben ağzım aval açık yürüken etrafımda dansediyor...

Gözleri çalışmaktan mahmurlaşmış Nuran Hoca gökdelen gibi yukarı yükselen kitap binacıklarının arasında...oda çok hoş bir yeşil...ben hocanın ağzından çıkan herşeyi nefessiz dinliyorum. Bana yeni bir ipucu veriyor: Abdülhamit'in Yıldızdaki sülükçüsü...bul bu zat-ı muhteremi tarihin karanlık sayfalarından-BULABİLİRSEN...

Binada bir de tıp müzesi var, müthiş...

Cemil Topuzlu'nun cerrahiye aletleri, Akil Muhtar'ın, Mazhar Osmanı'ın muayene aletleri...

Birsürü kesici, oyucu, kırıcı, törpüleyici alet, edevat kısası.

Bir de Pasteur'le yazışmalar ve Freud'un-evet bizim Sigmund- mektupları. Freud'un yazısı birebir anneanneminkine benziyor, iyi mi:)))

Ve fekat....

Bina dö-kü-lü-yooor. Bazı odalarda o güzelim süslü tavan 'ın parçaları blok halinde yere düşmüş ve nedense öylece bırakmışlar. Ansızın bilim şehidi olmamak için fayrap uzaklaştık o odalardan bitabii...Heryerden iğrenç floresanlar sarkmış. Daha sonra eklenen bölümler feci (as usual)

2010 kültür başkenti olduk da n'oldu..biri beni aydınalatbilir mi...
P.S NEVBAHAR, Abdüllatif Suphi Paşa Konağında Aşk ve Tarih- Melek Günersu yazmış...ilk iş alınacak